11 Aralık 2009 Cuma

Bir kapatılan da ben olayım, ülkeyi kurtarayım

DTP KAPATILDI
Benim gözlerim doldu.

Peki, ne oldu? Derler ki, ülke elden gidiyordu, şimdilik kurtuldu.
Kötü adamlar yasaklandı. Partileri kapatıldı. Kötü insanların paralarına hazine el koydu.

Madem ki, bunlar kötü insanlar ve her kurdukları partiyi kapatacağız, onlara oy verenler ne?
Ülkemin bir yerinde insanlar yaşıyor ve ısrarla bu görüşteki partilere oy veriyor.
Dünya özgürleşme, demokrasi insan hakları alanında ilerliyor
Biz, insanların kurduğu partileri düşünceleri beğenilmediği için kapatıyoruz.

Kim kapatıyor? Nasıl kapatıyor? Yasalarla kapatıyor. Devlet kapatıyor.
Yasaları kim koyuyor? Yasama
Kim uyguluyor, Kim denetliyor? Yürütme - Yargı
Onlar kim? Ülkemin insanları
Bu partilere oy verenler kim? Ülkemin insanları
Yasalar kim için? Halk için
Halk kim? Herkes -Ülkemin vatandaşlığında olup ülkemde ve yurtdışında yaşayan herkes-
Sadece bizim gibi düşünenler mi? Hayır, öyle olsaydı demokrasiye geçmezdik.
Sadece bizim konuştuğumuz dili konuşanlar, bizim rengimize benzeyenler mi?
Öyle olsa ülke bu günkü yüzölçümünde olamazdı.
Demokrasi kime lazım? Hepimize lazım.
Birileri iktidarda, birileri birilerinin adını kullanarak ebediyen muhalefette iken
Düşünsünler…
Vaktiyle onlar da yasaklanmadı mı? Hapse atılmadı mı? Partileri kapatılmadı mı?
Ne oldu kötüydüler de iyi mi oldular? Aptaldılar da akıllandılar mı?
Vaktiyle onları içeri atan yasaklar bu gün başkalarını saf dışına bırakırken düşünsünler.
Demokrasi onlara da, başkalarına da, hepimize lazım

Bizim gibi düşünmeyenlerin de iktidara gelebilmesi için demokrasi,
Kendilerini ifade edebilmeleri için Yüce Meclis
Kendilerini özgürce ve cesurca ifade edebilmeleri için dokunulmazlık veren biziz.
Onlar halkı temsil ediyor.
Yüce meclis ise ülkemin bütün insanlarını

Yüce Meclis, içindeki bir gurubun görüşleri sebebiyle çıkarılmasına sessiz kalıyorsa,
Kayıtsız kalırsa onlara oy verenlere karşı da kayıtsız kalmış olmaz mı?
Onlara oy verenler yetim öksüz kalmaz mı?

Oy verenler her defasında kapanacak bir partiye oy veriyorsa
Salak m? Eğitmek lazım. Peki, kimin vazifesi halkını eğitmek?
85 yıllık devlette kaç nesil geçti eğitilemediler mi?
Kötü mü? Onları, olmadı evlatlarını, olmadı torunlarını ıslah etmek lazım, yıllardır bunu başaramadık mı?
Eğitilemez, iflah olmaz ise sürmek lazım?
Hapse tıkmak lazım? İdam etmek lazım?
Bunların bir kısmı oy veriyor, hepsi bu partiye oy vermiyor.
Neden? Önlerini kapatıyoruz. Seçim barajı, seçim yardımı vs ile onları saf dışına atmaya çalışıyoruz.
Birileri elini kolunu sallayarak ülkenin en büyük bankasından nasiplenirken
Parasını ne yapacağını bilemezken
Birilerinin sofrasındaki bir ekmekten arttırdığından kurduğu partinin mallarına da el koyup
O diğerlerine sonraki seçimde yardım olarak veriyoruz.

Terör kötü. Peki, terörist kim? Öldüren mi? Öldürmeye azmettiren mi?
İnsanları çaresizliğe sevk edip öldürmeye zorlayan mı?
İnsanları çaresizliğe sevk edip teröristlere meyletmeye zorlayan mı?

Herkes kudreti ölçüsünde hesaba çekilecekler.
Kendileri gibi olmayana halk tahammül etmeyebilir, altı üstü cezasını çeker.
Ya yönetenler, seçilenler, yasaları koyanlar onlar tahammül etmezse cezası ne olur?
Bunu halk sorar, bu gün soramasa da tarih sorar, insanlık sorar.
Bunu %97’si Müslüman olan kalanı başka dinlere iman edenlerin teşekkül ettiği ülkemde iman edilen Yaradan sorar.

Hırsızın hiç mi kabahati yok?
Hırsızı cezalandırmadan evvel insan yerine koymak lazım.
Neden hırsızlık yaptığını sormak lazım
Aç ise doyurmak,
İşsiz güçsüz ise iş sahibi etmek,
Cahil ise eğitmek geliştirmek lazım,
Ama çalan ile çalanı savunanı aynı kefeye koymamak lazım
Her birine ayrı muamele yapmak lazım

Bizim yasalarımızda
En azılı katili savunsun diye avukat zorunlu iken
En kötü suçlunun cezasını insani şartları çekmesi için gerekli koşullar sağlanırken
Bayramlarda ailesiyle görüşme imkânı, okuma imkanı, yeri geldiğinde pişman ise bunu ifade etme imkanı veriliyorken
Vaktiyle düşünceleri sebebiyle yasaklı olanlar bu gün ülkeyi yönetebiliyor iken
Durup düşünsünler
Bu gün hırsız kim?
Dün kimdi?
Yarın kim olacak?

Hadi şimdi de beni kapatın...

19 Kasım 2009 Perşembe

SIRADAN OLAN İLE SIRA DIŞI KARIŞTI TOPLUM, DÜZEN, MİZAN GELECEK ELDEN GİDİYOR

Lafı uzatmadan toplum gözünde sıradanın ne kadar değiştiğini birkaç örnek ile yazacağım. Örnekler uzatılabilir veya etkileri çeşitlendirilebilir. Maksat soru işareti oluşsun

Ev Kadınlığı İstisna, Çalışan Annelik Sıradan
Herkesler kadının çalışması gerektiğini söylüyor. Hiç çalışmamış ev kadınları çalışana özeniyor. Çalışan iş kadınları ise ev kadınlarının nasıl da aciz olduğunu söylüyor ve ev kadınlarını beğenmiyor. Bu devirde ev kadını, olup evin düzenini sağlayan kişi sıra dışı kabul ediliyor. Çalışan kadınlar çocuklarıyla ve evleriyle ilgilenmesi için bakıcı veya yardımcıya yaklaşık 1000 tl e mecburen normal olarak ödeniyor.

Mahalle Mektebine yollamak İstisna, Uzak Mahalledeki Mektebe Yollamak Normal
İnsanlar çocuklarını başka mahalledeki okullara verirken haliyle her mahalledeki okul başka mahallenin öğrencileriyle doluyor. Mesela 5 servis aracı, ve öğrencilerin bırakılma saatlerinde koca sokağı ve önündeki caddeyi tıkayan onlarca son model araba gelen öğrenciler mevcudu sadece 300 kişi olan mektebi dolduruyor. Mahallesindeki okula çocuğunu verenler iki elin ve iki ayağın parmaklarını bile geçmiyor. Artık yanındaki okula çocuğunu vermek kabahat sayılıyor. Çocuğu başka bir mahalledeki okula verip ortalama aylık 200tl servis parası gururla ödeniyor.

Normal Müfredatlı Okullar İstisna, Etütlü Okullar Normal
Çalışan çalışmayan bütün kadınlar çocuklarını mümkünse etütlü okula vermek istiyor. Çalışmayan kadınlar dışarıdan sigorta yaptırıp kendilerini çalışır gösteriyor. Bütün gün okul aile birliğinde veya okul önündeki pastanelerde vakit geçiren bu velilerden okul da her istediğini gerçekleştirebildikleri için memnun. Daha ana sınıfında çocuklar sabah 9 dan akşam 6 ya kadar ders vs görüyor. Çalışan anneler için planlanmış bu okulları sözde çalışan annelerin çocukları işgal ediyor. Bu okulların standart 200 tl yanında etkinlik vs için aylık 500 tl normal olarak ödeniyor.

Çocuğa Evde Ders Çalıştırmak İstisna, Kurslara Taşımak Normal
Devlet okullarından etüt kaldırıldığı halde velilerin ve okul idaresinin baskısıyla kurs adı altında geri getirildi. Son model arabalarıyla gelen hanımlar bütün gün okulun önündeki pastanelerde otururken çocuklarına sınıf öğretmeni fazladan iki saat daha ders anlatıyor. Sonra çocukları çok başarılı olsun diye bir de ödev veriyor. Bu velilerin bir kısmı çocuğu okuldaki kurstan alıp etüt merkezlerindeki kurslara veya daha başarılı olsunlar diye tuttukları özel hocalara taşıyor. Devletin eğitim saatini kabul etmek ve iki satır dersi sabırla yaptırmak istisna olurken, kendi gezip tozarken çocuğunu özel derslere taşımak normal. Haliyle kurs ücreti olan 60 tl yanında hocadan ek dersler saat başına 100 tl ve etüt merkezlerine ödenen yaklaşık 100 tl normal olarak bütçeye giriyor. Bu koşturmaca sırasında kendilerini yarış atı gibi görüp ne için yaşadıklarını unutan çocukların öfkelerini yenmeleri için psikologlara taşınmak normal, evinde mahallesinde çocukluğunu çocukça geçirmek istisna oldu.

Okulda Aşı Yaptırmak İstisna, Özel Hekimde Aşı Yaptırmak Normal
Normal 1. Sınıf Aşısını Okulda Yaptırmak İstisna Kabul Edilirken Aynı Aşı İçin Özel hekimde 70 tl aşı + 100 tl muayene ücreti ödemek normal.
En son domuz gribi aşısı için kağıt gönderildi. Ülkemin insanları değil domuz gribi aşısını devletin standart aşısına bile güvenmedikleri için topluca bu talebi reddetti. Domuz gribinin maliyetini bilemedim. Ama özeli çıksa bizim veliler hemen koşturup en az 150 tl harcayıp yaptıracaktır.

Maddi ve Manevi Hesaplama
Sıradan(ama görünene göre istisna) ev kadınının aylık kazancı çocuk başına 750 tl ve yardımcıyı katınca 1750 tl.

Ev kadınlığını meslek kabul edip hakkıyla yapan kadın; çocuğuyla ve eşiyle meşgul olurken, anormal olan harcamaları ortadan kaldırıp ayağı yorgana göre uzatmış olur. Böylece gereksiz tüketim azalacağından GSMH etkin şekilde kullanılabilir.

İşsizliğin (kadının çalışmaması sebebiyle açıkta kalan pek çok iş kolu evin geçiminden sorumlu olan erkeklere kalır) ve toplumdaki dengesiz gelir dağılımının (çalışan anne baba ile hiç çalışmayan anne babaya sahip olan aileler arasındaki) önüne geçilir.

Aile içi geçimsizliğin (Çalışan ve çok yorulan kadınların ve onları bir şekilde anlamayan kocaların sebep olduğu aile içi gerginlikleri) önüne geçilirken geçimsizlik yaşayan ailelerin meşgul etiği aile mahkemelerinin gereksiz yüklerini ortadan kaldırır.

Kadın ve erkeğin koşturması veya çocuğun oradan oraya sürüklenmesiyle aile düzeni ile beraber toplum düzeni bozulurken,

çocukların bozulan psikolojileri geleceğimizi tehdit ederken
aslında niçin çalıştığımızı,

paramızı nerelere harcadığımızı düşünmeliyiz.

Her şey sıradanı bırakıp istisnaları normalleştirmemiz ile gelişti.


Ben sosyolog değilim, öylesine bir gözlemciyim. Toplum sorunlarının hemen hemen hepsinin benim bakışımdan en önemli sebepleri normal aile düzeninin istisna olmaya başlamasıdır. Varsın sosyologlar ve psikologlar daha derinlemesine insin. Ben anne olarak kendi ailemden sorumluyum.

Unutmamız gerekir ki insan ailede yetişir. Ailenin direği ise yuvayı yapan dişi kuştur.
Bir kadının çocuğuyla ve eşiyle bizzat ilgilenirken (eğitimi terbiye, aile düzeni) duyacağı mutluluk ve huzurun hiçbir parasal değer ile ölçülemeyeceğini düşünüyorum.
19 kasım 2009

10 Kasım 2009 Salı

GENÇ KIZLAR TACİZ MAĞDURU

Yarışma programı var “Yaş 15”
Hani ülkemin bir aydının 15 yaşındaki genç kıza cinsel istismardan hüküm giydiği yaş. Gençlerin cinsel olarak her türlü durumlarının istismarla ifade edildiği yaş.
Ülkemizde ve tüm medeni ülkelerde evlenme yaşı 18, oy kullanma yaşı da öyle.
Sigortalı çalışma yaşı 16, iş kurma yaşı yine en az 18.
Ancak sahneye çıkıp vücuduyla, sesiyle birilerini etkileyip ünlü olma yaşı yok. Gençler Yaş 15 de sahne alıyor, şov yapıyorlar.
Eğitim ortalamasının 3,5 sınıf olduğu –yani ilköğretimin yarısı bile değil- aydınların genç kızlara cinsel istismardan suçlanıp hüküm giydiği ülkemizde gençler;
Mankenlik, oyunculuk, şarkıcılık gibi görsel sanat veya vazifelere vücutlarını da malzeme olarak kullanmaya daha 15 yaşında özendiriliyor. Çok güzel, çok başarılı, çok alımlı olmak şartlandırılıyor. Anneleri onlara rehberlik ediyor. Giyimlerine kuşamlarına, hareketlerine, edalarına nasıl daha göz alıcı olacaklarına karar veriyor. Tv de izleyenlere hoş görünmek için süper mini, içgösterir veya açık giysilerle sahneye çıkıyorlar. Henüz çocuk yaşta, gelişmemiş vücutları, sesleri ve oturmamış kişilikleriyle koca bir dünyanın içine sokuluyorlar.
Peki, ne için?
Kariyer, ün, para, erkenden geleceklerini kurtarmak için.
Ne pahasına?
Daha o yaşta bedenlerini kullanarak ilerlemek pahasına.
Böylece çok para kazanıp kazandıkları para ile hayat standartlarını geliştirip ailelerine daha iyi imkânlar sağlıyorlar.
Ya ülkemin cahil kalmış, okumuş ama ilerleme kat edememiş kişileri bunlara tacizde bulunursa ne oluyor?
Belki korkunç gelecek ama şayet tacizde bulunan çok varlıklı, çok yüksek mevkii sahibi birisiyse ve genç kıza yüksek kariyer vaat ediyorsa, onu sahnelere sunuyorsa bir şey olmuyor.
Tacizde bulunan kızı başkalarıyla paylaşmayıp kendine saklamayı düşünüyorsa fişlenip hapsi boyluyor.
Burada yazılanlar sahne sanatlarını yermek için değil, çok zorlukları olan bu alanda gençlerin mevcut zekâlarıyla ve tecrübeleriyle zarar göreceklerini hatırlatmak içindir.
Eğitimini tamamlayıp, meslek hayatına atıldığında hayatını sürdürecek olgunluğa peyderpey erişmiş kişiler istedikleri tüm meşru meslekleri yapabilir ve zorluklarına göğüs gerebilirler.
Benim içimi acıtan; henüz zorunlu eğitimi bile tamamlamamış, zorunlu yaşları aşamamış, kendini nelerden ve nasıl koruyacağını öğrenmemiş gençlerimizin daha kırılganken, zorlu bir dünyaya özendirilerek sokulmalarıdır.
Allah çocuklarımızı bize emanet ediyor.
Emaneti hakkıyla koruyabilmemizi nasip etsin. Çocuklarımızı böyle özentilerden ve mecburiyetlerden esirgesin.

30 Ekim 2009 Cuma

kuş gıribi, domuz gıribi, seneye sürüngen gıribi

Geçen sene kuş gıribi ile boğuştuk.
Mevcut aşı yetti,
Ölenler öldü, kalan sağlarla yolumuza devam ettik.

Bu sene domuz gıribi mi daha korkunç ona mukabil geliştirilen aşı mı bilemedik?
Gıripten ölmeyen aşıdan kesin ölecek.
Topumuzu öldürecekler.
.....
Madem öyle irtibatı koparalım.
Kimselerle görüşmeyelim, öpüşmeyelim, sarılmayalım, gidip gelmeyelim.
Gırip olmayalım da ne olursa olsun.

Hadi gırip olduk ama ölmeyeceksek de aşı sebebiyle ölürsek?
Bari aşı olmayalım.
Bizim üzerimizde deneyeceklermiş
Dünya sağlık örgütü,
Sağlık bakanlığı,
Bütün gelişmiş ülkeler işin içinde.
Hepisi bizi bitirmek için tam gaz çalışıyorlar.

Hem gıripten ölsek en fazla hastalıktan öldük Mevlam verdi canı Mevlam aldı deriz.
Ya adamların yaptığı aşıdan ölürsek?

Merde namerde muhtaç etmesin Mevlam.
Ya aşıyı yapan hemşirenin beceriksizliğine sebep olan sağlık bakanlığı,
veya elektrik kesilmesiyle saklandığı dolapta bozulmasına sebep olan enerji bakanlığı vesilesiyle öldürülürsek?

Yoook aşı falan yok, olmayacağız.

Ha sonra olur da hastalık yayılırsa,
Klasiklere girmiş görüntüleriyle halkımız;
kara borsa maç biletleri için değil de kara borsa kalan aşıları
değil eldivenlerini takmış yüksek okul mezunu hemşireye
onların saklanıp unutluduğu -veya bu günler için zulalandığı- depodaki görevliye
enjekte ettirmek için
kuyruklara girmiş vaziyette dünya basınına yakalanırsa
bedava olan aşı için bilmem kimlere binleri ödeyip de çoluğunu çocuğunu kurtarmak için varını yoğunu ortaya koyarsa
Yakışır bize.

Biz zaten evladımız için herşeyi yaparız.
Dost düşman görsün nasıl birbirimize güvenir inanırız.

Ama o ana kadar, yumurta kapıya dayanana kadar aşı maşı olmak yok.
Yakışmaz bize.
Çözdük oyunlarını.
Hah şimdi öldüremeyecekler bizi en azından topumuzu birden.
Zaten sıralamaya göre seneye kertenkele gıribi falan gelecek
EEEE yüksek tıpuklu deri çizmeler giyeriz olur biter

Benim de ne zamandır istediğim -çok istediğim- hardal çanta ve çizmeyi almam ile bu sorun da çözülüverir.

Sonra bana artık heç birşey olmazzzzz!!!
Sevgilerimle

Islak imza tartışması- kuru iftira-

Herkes bu konuda birşeyler söyledi.
Ben de şunu bildirmeliyim ki;
Dünyadaki yerimiz ve mevcut iklimlerimiz koşullarında hiçbir ıslaklık bu kadar ıslak kalmaz.

Yani kurumuştur o imza
Bu kadar zaman ıslak kalamazzzzzzz

Islaktır diyenler asıl yalancı

Akıl var yakın var.
Nerde sakladılar da bu kadar zaman ıslak kaldı bu imza hem?
Hem madem ıslaktı tetkik ederken bulaşmadı mı sağa sola?
Yok efendim o imza ıslak olsaydı bir kere yzanların imzalayanın ve inceleyenlerin eline bulaşırdı.
Bak kimsenin elinde de yüzünde de iz yok.

Anlayacağınız kuru iftira

İmza da kuru

İftira da

Sevgiler

22 Ekim 2009 Perşembe

en uzun zaman şimdi

Anne zaman çok yavaş geçiyor şimdi değil mi?
Nasıl yani yavrum?
Anne en uzun zaman şimdi çünkü bak
şimdiyi yaşıyoruz görüyor musun?
bitmiyor hiç hep şimdi...

Süleyman Ömer 22 ekim 2009

13 Ekim 2009 Salı

Para dolaşır

Anne senin paran var ya cüzdanında
O dolaşıyor biliyor musun?
Mesela şimdi sende
Sen onu bankadan aldın, sonra başka birine geçecek
Çünkü birşey alacaksın ve onu harcayacaksın
Ama başkasına gidecek ve bitmeyecek
Senin aldığın para da başkasından geldi sana değil mi?
Para çok kişiyi dolaşır değil mi anne?
Süleyman Ömer 13 ekim 2009 (6 yaş)

6 Ekim 2009 Salı

ses olmadan yaşayamayız ki!

Anne dur bir dakika
Bak ses yok
Sessizlik
İnsan ne yaparsa ses çıkar, insan ses yapmadan yaşayamaz ki,
Bak şimdi durdun ses yok, ama başka sesler var, başka insanlar iş yapıyor çünkü.
Mesela ses olmadan yaşayamayız mefes(nefes) alamayız ki, konuşamayız ki, yürüyemeyiz ki
Anne sessiz yaşam olmaz değim mi?
Süleyman Ömer 6 ekim 2009

2 Eylül 2009 Çarşamba

Etrafımızdaki bitkiler nasıl oluştu, nasıl gelişti? "Sakal deduğun tuydur huy gene eski huydur gelin"

Rahmetli kurt dedenin en belirgin huyu ömrü boyunca geliştirdiği pintiliğiydi. Parasını eliyle verip yayladan araç ile inmektense herkes köye gittikten sonra bile yaylada kalmayı göze almış, rahmetli babaanne yollar kardan kapandığı için onu sırtında indirmek zorunda kalmıştı. (Dönemin kaynataya hürmetine örnek) Köye vardıklarında;

“Efendi, paran varidi, niçun verup da yayladan inen vasitalara binmedun?”
“Gelin, ben minevellinden beri kıyup da parayı navlona veremem”
“Efendi felçlisun, yürüyemeyusun, verseidun da donmasaidun yaylada soğuktan?”
“Gelin, sakal deduğun tuydur, huy gene eski huydur, elurum da veremem”


Karakter; doğuştan sahip olduğumuz milyonlarca tohumdan gelişenlerdir.

Kişi; bu tohumlara hayat verecek toprak ile kaplı arazidir.

Hayat (kader) ;tohumların gelişiminde etkili olacak olan koşullarıdır.

Aile; zararlıları temizlemek, faydalıların gelişimini desteklemek için çalışan çiftçidir.

Ruh, çiftçinin, tabiatın(kaderin) ve elindeki tohumların varlığını görse ne güzel olurdu.

Ne mümkün?
Çocuk bazen ailenin hiç tanımadığı ama dünya için eşsiz kıymetler içeren ürünler verecektir. Ailenin cahilliğinden veya kolaya kaçarak bildiği ürünlere yönelmesinden olacak o filizler aile tarafından koparılır yahut gelişmeleri desteklenmez, kendi kendine yok olurlar.

Aile bazen o özellikleri bilir de çok para, çok yüksek mevkii getirmeyeceğini düşündüğü için veya gelişimleri pahalıya mal olacağı için desteklemez. Tercihini egosundan yana kullanır da o güzelim özellikler kök salamadan kuruyuverir.

Aile bazen de yararsız olan bitkileri söküp almaya çalışırken direnç ile karşılaşır. Kolaycıdır kişi de uzun zaman isteyen bitkiler yerine kendi kendine biten asalak otları tercih eder, kendisini böyle kabul etsinler diye bastırır. “Benden bir bu çıkıyor ben buyum” der.
Aile belki kolaya kaçar, belki kendini aciz görür de bazen bu durumu kabul eder. Bu tarladan çıksa çıksa bu çıkar napalım buna da şükür der.

Kader bazen sessiz kalır, bazen gaypdan gelen bilgiye dayanarak müdahale eder.
Öyle seller yaşatır ki o zararlı bitkiler ve toprağın büyük bir kısmı yok olur. Böylece eski şartlarda büyüyemeyecek güzel özellikler yeşerme imkânı bulur. Yaradan içerilerde saklı olan kıymetleri bildiğinden bunu kişinin iyiliği için yapmıştır.

Bazen kişi daha yolun başında ailesini veya ailesinin desteğini kaybeder. Ailenin desteği ile büyüyecek filizler gelişemeden yok olur. Üstüne kuraklık gelir, yahut talan. Kişi çorak topraklarıyla bir başına kalıverir. Herkesler sıradan ürünler yetiştirmekle meşgulken bir kuşun bıraktığı bir tohum veya susuz yerlerde de gelişebilen bir özellik çıkar ortaya. Ailelerin evlatları için öngöremediği kadar farklı ya da ailelerin kıyamadığı kadar zor şartlara dayanıklı olup toplumun, belki insanlığın ihtiyacı olan ender özellikler gelişme imkânı bulur. Yaradan bunu kişinin insanlığa büyük faydası dokunacağını bildiği için yapmıştır.

Kimisi şanslıdır, ailesi her çıkan bitkiyi bilecek kadar eğitimli, kontrol edecek kadar evladı ile ilgili, vaktinde müdahale edecek kadar ileri görüşlüdür. Evladına asalak bitkileri tanıyıp benimseme fırsatı vermez bile.
Toprağının özelliklerini inceler, içindeki filizleri gözlemler ve en güzel ürünlerin çıkması için gerekli koşulları takip eder. Madden veya manen güçlüdür de o ürünlerin oluşması gereken şartları oluşturur.

Parası veya imkânı var ise yağmur yağmadığında sular, destek alır dışarıdan bilgelere sorar, bentler kurar da toprak kaybını önlerler, altında ateş yakar donmasını engellerler.

İmkânı değil de evladındaki özelliklerden kendisinde de var ise; evladına sahip olduklarını anlatır, daha az faydalı olup da asıl özelliğe gölge yapacak, toprağını alacak özellikleri temizler, kıymetliye en üst düzeyde gelişme imkânı sağlar.

Hiçbirisi olmasa cahil ve fakir de olsa evladını düşünüp seviyor ise; dua eder. “Rabbim su ver, imkân ver, hangisi evladım için, insanlık için en hayırlısı ise onu geliştir” der. Evladının başına bir musibet geldiğinde “Mevla neyler neylerse güzel eyler Rabbim daha iyisini verir, Allah bir kapıyı kapar diğerini açar daha iyisini verir" der.

Tüm bunlar sonucunda ortaya çıkan bitkiler kişinin görünen özellikleridir.

Zamanla aile çıkar devreden, çıkmalıdır da. Kişi aileden aldığı eğitim ve tabiat koşulları ile baş başa kalıp hayatını sürdürebilmelidir. Bu arada ailenin desteklediği kimi fidanlar kurur, belki desteklemediği ama temizlemeyi ihmal ettiği kimi zararlılar gelişir.

Yıllarca Rusya’da (1. dünya savaşından evvel) yol çavuşu olarak gece gündüz çalışmış, yemeyip içmeyip para biriktirmiş, kardeşlerinin mal paylaşımı konusundaki haksızlıklarında ortada kalmamak için biriktirdikleri ile köyde arazi alıp ayakta kalabilme mücadelesi vermiş kurt dedede çalışmak ve pintilik en üst düzeye çıkmış özelliklerden olmalı. 2 Eylül 2009

28 Ağustos 2009 Cuma

Ah babam beni okutsa idi reisicumhur olurdum

Babaannem çok kızardı babasına onu okutmadığı için.

"Kalem defter parasına kıyamadı okutmadı, hakkımı ondan alacağım öteki dünyada. Ah okusaydım reisi cumhur olurdum. Okuyun kızım" derdi. Ta benim kendimi bildiğim anlardan itibaren. "Çok iyi okuyun direkten direğe geçun, aman ha düşük not almayun arkam açilur, en eyi yerlere gelun" derdi.

Babaannem okula gitmeden okuma yazmayı ve matematiği sökmüştü. Ben de ondan feyzalmış olmalıyım. TRT’de hatırladığım ilk milletvekillerinin yemin törenini izliyorken ikinci sınıfa gidiyordum.

Babama döndüm ve "ben de milletvekili olabilir miyim?" dedim.

"Olursun kızım" dedi.

"Peki cumhurbaşkanı olabilir miyim?" dedim.

"Olursun ama onun için üniversite okumak gerekiyor" dedi.

"Peki, başörtülü olarak cumhurbaşkanlığı yapabilir miyim?" dedim.

"Neden olmasın, olursun inşallah" dedi.

Benim üniversite okuma gerekçem cumhurbaşkanlığı için gerekli olmasıydı. Bundan sonra gün sayıyorum dermişim.

Ama henüz yedi yaşında iken başımı örtmek istemem kimsenin talebi veya baskısıyla değildi. İnançlı insanların örtünmeleri gerektiğini düşünmemden kaynaklanıyordu. Benim için büyüme timsaliydi örtü. Annem örtülüydü. Babaannem de, teyzelerim de.

Anneannem çekingen bir hanımdı. Baskı altında kalmış ve baskıyı benimsemişti. Kadınların bir hiç olduğunu düşünür erkekler bize baktığı için köleleri gibi davranmamız gerektiğini öğütlerdi.

Babaannem de aynı dönemde ve benzer şekilde yetişmişti. Ama o ezilmemiş bilakis baskıya baş kaldırmıştı. Onu okutmayan babasına -vefatında üzüntüden gözlerini bozacak kadar ağladığı halde - bu konudaki hakkını helal etmediği diyecek kadar dürüsttü.

Dini konularda kadını aşağılayan bir şeyler söylendiğinde ve kitaplar buna örnek gösterildiğinde “okumayın o kitapları onları erkekler yazdı" diyecek kadar Allah'ın hakkaniyetine güvenir aman ederdi.

O Fatma Yüksek’ti.

Gerçekler vaktiyle erkeklerin yorumladığı din sebebiyle bizler –kadınlar- çok ezilmişiz. Birçok hakkımızı Allah öyle emrediyor zannederek bilmeden vermişiz. Bence bu bir yobazlık dönemi idi ve geçti. Şimdi eğriyi de doğruyu da kadın erkek herkes farklı birçok kaynaktan çok kolay öğrenebiliyor ve kendi seçimini yapabiliyor.

Şimdiki aklımla bana cumhurbaşkanlığı verilse bilgi birikimim ve hayat tecrübemin eksikliği sebebiyle kabul etmem.

Fakültelerde alınan eğitimler ülkedeki ve dünyadaki olaylarda yetkin bir şekilde söz sahibi olmaya yetmiyor. Belki de bu koşul değiştirilmeli belki de eleri safhalar şart koşulmalı. Zira üniversite zorunluluğu çıktığı dönemde ülkenin en aydın ailelerinin çocukları çok sıkı eğitimler neticesinde üniversiteye gidebiliyor iken şimdilerde üniversite girilince dört bilemedin beş olmadı altı sene sonra diploma ile terk edilen yerden ibaret.

Bir kızım olursa ve bana böyle bir taleple gelirse ona bunun için ne kadar çok çalışması, okuması gerektiğini hatırlatır ve belki de onu hazırlayabilirim, dilerse başını örtebilir ve başörtülü cumhurbaşkanı olur inşallah.

Kaplavanın torunu olarak.

19 Ağustos 2009 Çarşamba

tersine komut almak

Uzun zamandır halletmem gereken işler vardı, Çok önemlileri ve içinde bir o kadar da komik olanları. Kimilerinin düşünmeden yaptıkları benimse düşünmeden eyleme geçememem sebebiyle iş kuyruğunda beklettiklerim.

Önemli işler özellikle felsefe, tarih ve dini alanında okumak yanında mutfağın ve oğlumun odasının camını silmek gibi sıradan işler. Kariyer konusunda fikri oluşumlar geliştirmek gibi önemli bir işler yanında evdeki çekmeceleri derleyip içinden çıkacak evrakı tasnif etmek gibi sıradan işler yapmak.

İşim herşeyleri ertelemek. Yok etmiyorum. sadece daha önemlileri gelince bir önceki ertelediklerimden birini seçiyorum. Yani tersine çalışıyorum. Önemli ve sıradan işlerim ise birikiyor yeni bir iş gelsin de onun yerine bizden birini yapsın diye. Böyle sürüp gidiyor. Nasıl oluyor da bunca işi yapanlarla aynı düzlemde kabul edilebiliyorum onu bilemedim. Nasıl oluyor da evime gelenler hayal kırıklığına uğrayıp derhal evi terk etmiyorlar. Bilmiyorum. Belki de konuk sayımı bunca işi yapanların konuk sayısıyla birlikte analiz etmeliyim. Bilmiyorum. Bu gün önemli ve sıradan işlerimden biri iki iş yaptım. Oğlumun odasının camını sildim. Çünkü yapmam gereken daha acil işler vardı.

Akşam kayınvalidemi davet ettim ve öncesinde komşunun ikindi çayına davet edildim. Yani onlara hazırlık yapamamak için sıradan bir iş seçmeliyim. İki gündür ablamdan aldığım bir kitaba daldım. Bu önemli işe koyuluren tabii ki dünlük önemli işlerimi aksattım. Akşam için dünden kalan sigara böreklerini çıkarıp kızarmaya hazır hale getirebilirim. Zorlarsam camı sildiğim kovaları boşatır banyoyu da insan içine çıkar hale getirebilirim. Belki daha da zorlar günlük gazeteyi kapıdan alır ve bir göz gezdiririm.

Ben kesinlikle eski zamanlarda yaşayan bir sultandım ve benim için tüm önemli ve sıradan işleri planlayan bilge ve yetenekli yardımcılarım vardı. Yoksa yaklaşık yüz yıldır demokrasinin hüküm sürdüğü bir memlekette en önemli ve en aciz işleri bile yapamayıp her konuda ahkâm kesiyor olmamı deliliğime yoracağım. Bu durum pek işime gelmiyor. Etrafta bu kadar deli var iken ben de onlardan biri olabilirim pek ala. Ama delilik benim vaktiyle geçtiğim ve geri dönemeyeceğim bir safha. Muhsin Çelebi misali biz yere koyduğumuz bir kaftanı bir daha üstümüze örtmeyiz. Güzel olsaydı orada kalırdım. Hayır hiç güzel değildi.

O vakit deli değilim. Bir bilgenin bana anlattığı gibi; “dünya akıllı iken çekilecek bir mekan değil o vakit aklımızı kaybetmek lazım. Bunun en mantıklı yolu ise aşık olmak” Deliliğimin kaynağı aşk olsa bu beni daha bir onurlandıran bir çıkış olurdu. Ondan emin olabilmem için başıma büyük felaketler gelmesi ve benim bunları yok saymış olmam gerekirdi. başıma gelenleri düşünürsek aşık olduğum konusu muğlakta kaldı.

Anlaşılacağı üzere ne olmadığımdan yola çıkarak ne olduğuma ulaşmaya çalışmam zaman alacak.Vakit ilerliyor. Komşuya gitmeden önce büyük ve küçük işlerden birkaç tane daha halledersem kendimi İstanbul’u fethederkenki mağrurluğu ile Fatih'e benzeteceğim.Önemli olan iş yazmaktı, sıradan iş ise komşuya gitmek üzere giyinmek.

Not: Eskiden ajandalarım olurdu yanımda ve bir kalem. Her yerde yazabilirdim. Bilgisayar iyi hoş ama her an içimden gelenleri taşıyabileceğim kadar elimin altında olamıyor maalesef.

Yaşasın demek ki bilgisayar bağımlısı olmamışım. Zaten olsaydım yazmaya değil beynimi bulandırmaya ayıracak vaktim olurdu. 19 ağustos 2009

19 Mayıs 2009 Salı

Ben sonsuzda zerreyim, Bundandır sonsuzun içinde hayatta kalabilmek için verilen talimatları sorgusuz kabul edişim.

Yalana giden yollar vardır,
Herkesin canı yalan söylemek ister de kimisi daha kolay başarır
Herkesin içinde koca bir yalan hazinesi, kimisi açığa vurur, kimisi zekidir buna kılıf uydurur
Kimisi ise dinlemez kendini, teslim eder dinleyeceği başka kişilere geleceğini
Onlar başka yalan demesini istiyorsa söyler, istemiyorsa sessizce denilene eşlik eder.
Böyle bir şey aslında, vahşi bir yan vardır her kafatasının altında
Vahşi, ehilleşmemiş demektir, ehilleşmek için sistematik eğitim ve terbiye gerekir
Kimisi ise belki daha vahşidir ehilleşmez,
Kimisi vahşi yanını geliştirmek zorunda kalır olumlu yönde gelişmez
En tehlikelisi ise ehilleşmiş gibi yapanıdır.
İlkel benlik kişinin evinde beslediği vahşi bir timsah, anakonda veya kaplandır
Öyle ki yıllarca beslediğimiz, bebekliğinden bu yana emek verdiğiniz bir candır.
Vaktiyle kurtarma görevlisi koca bir anakondadan sahibini ayırmak için gittiğinde
Elinden bir şey gelmiyor vaziyette karşısındakinin ölümüne eşlik ettiğinde
-karşımdaki bir seri katil olsa veya hırsız belki ikna edebilirdim
Böyle bir hayvanla girdiğim mücadelede ben baştan kaybederim
Onu öldürsem bile sahibini kurtaramadıktan sonra neye yarar
Özünde vahşet olanı evcilleştirmeyi denemek, kendi kendine pimi düşecek bir bomba ile kalabalık içinde yürümek”
Ancak anlatamıyoruz insanlara ve evlerine alıyorlar demişti.
Olanları unutuyorlar ve sonra bu manzara ile karşılaşıyoruz diye şikayet etmişti
Kurtardıklarımız mı önemli kaybedilenler mi?
Ve o anakonda boğarak öldürmüştü sahibini.
Çocuğunu parçalayan alman kurdunu sahibi kaç defa öldürürse geri gelir bebeği?
Kaç alman kurdunu öldürmek hafifletir içindeki pişmanlık ve öfkeyi?
Zehirli bir örümceği severken bizi ısırsa kime hesap sorabiliriz ki?
Onu yerinden alıp başka bir yere koymuş ve yaradılışını ihmal etmişsek kim katil kim maktul belli mi?
Herkesin içinde doğuştan gelen vahşi duygular vardır.
Kimisi bunları kabul eder ehilleşmek ister,
Kimisine ehilleşmekten daha kolay gelir vahşi özüne dönmek
Bakarsın ki bir okulu basmış, gözünü kırmadan onlarca çocuğu parçalamıştır
Kimisi ben tüm gerçekleri biliyorum der
Neden birine veya bir düşünceye teslim olayım bana mantığım yeter
Ben kendimi ehilleştirebilirim
Aklım var, mantığım var, okur kendi gerçeklerimi geliştirebilirim
.....
Ah ben o kadar akıllı değilim ki!
Yahut o kadar olgun, o kadar iyi bir terbiyeci
Ne kendi üzerimde ne toplum üzerinde tasarrufta bulunamam.
O kadar sistematik değilim, hatalarıma karşı o kadar objektif olamam
Mantığım bazen benim iyiliğim için başkalarına zarar vermemi söyler
Ben öldükten sonra taş taş üstünde kalmasın, varsın dünya da yıkılsın der
Ne hafızam geçmişteki tüm yaşanmışlıkları ölçüp doğruya ulaşacak kadar gelişmiştir
Ne benliğim kendime rağmen kendime söz geçirecek kadar ileri gitmiştir
Maalesef ben beni ve evreni en ince ayrıntısına kadar tanıyacak kadar zeki değilim
Olsam bile ömrüm yetmez tüm bilinenleri tekrar keşfetmeye ki bitirene kadar bekleyeyim
Bundandır teslim oluşum.
Bundandır eşyanın tabiatına uyup var edenin mantığına güvenişim.
Ben sonsuzda zerreyim,
Bundandır sonsuzun içinde hayatta kalabilmek
ve sonsuz mutluluğa ulaşabilmek için verilen talimatları sorgusuz kabul edişim.

21 Nisan 2009 Salı

Kıymetli bir insan Türkan Saylan, ve yanına sızan kıymetsizler

Kıymetli insanlar normal insanlara göre daha ağır sınavlardan geçer.
Onların takdiri bu dünyada verilemeyecek kadar büyüktür.
Yaptıklarının değerini kıymetlerin en yücesine sahip olan takdir edecek ve ödüllendirecektir, yeter ki en kıymetliyi idrak etmiş olsunlar.

Bir çok kıymetli insan tarih boyunca defalarca sınav olmuş,
haksız yere sahip olduklarından vaz geçmek zorunda kalmış,
yargılanmış,
anlaşılmamış,
aşağılanmış,
başkaları tarafından kullanılmış,
yeri geldiğinde haksız yere canından olmuştur.

İnsanın kıymeti yaptıklarının yanında bunlara karşı sergilediği tavır ile de kendini gösterir.

Türkan Saylan;
canıyla uğraşırken bile kaybetmediği
nezaketi,
topluma saygısı,
sorumluluk duygusu,
hayatı kabul edebilme erdemi,
sap ile samanı ayırabilme zekası
ve
insanların gözlerini yaşartacak medeni tavırlarıyla
nasıl bir insan olduğunu
tekrar gösterdi.

Allah yaptıklarının karşılığını vereceği için olsa gerek içim son derece rahat.

İnsan kusursuz olmaz,
Tabii ki Türkan Saylanın da eksikleri olmuş olabilir
Yanına sızıp onun gönüllü çabalarınının altında kamufle olarak kendilerini gizleyenleri
görememiş
Aslında aklını böyle konulara yormayıp, birşeyleri iyileştirmek için yıkımı değil yapıcılığı hayat felsefesi olarak bellediği için
-kişi kendinden bilir işi- misali
yanındakilere de yaptıklarını konduramamış ve çevrilenleri farkedememiş olabilir.
Bu demek değil ki tüm dernek üyeleri darbe yanlısı, terör finansörü.
Bu demek değil ki suçlu olanlar sırf bu derneğe girdikleri-derneği kullandıkları - için dokunulmaz.

Bazı şeyler içinde olacak insanın, sonradan olmuyor.
Keşke Türkan Saylan'ı savunanlar,
ondan birşeyler öğrenmiş olsa,
içlerindeki çiğlikten çıkabilse,
nelere alet olduklarını anlayıp,
ucuz edebiyat yerine,
mantıklı cümleler kullansalar...

Üzüm üzüme baka baka kararıyor da
maalesef bilge -olgunlaşmış- insanların yanındaki çiğler olmuyor,
bekleye bekleye çürüyor koku yayıyor, bu koku sağlamların da üzerine siniyor

İnşaallah bu derneğin ve bütün derneklerin içindeki çürükler sağlamlara daha fazla zarar vermeden ayıklanır.
Zira bir çürük meyve bile tüm sepeti çürütebilir.

Saygılarımla

7 Nisan 2009 Salı

Neden evlilik neden boşanma?

Evlilik mutlu olmak için kurulan bir müessese de 18 yaşı doldurmak dışında hiçbir gerek ve yeter koşulu yok.
Bir iş kurmak için bir sürü odaya kaydolmak, sermaye yatırmak eğitim almak veya yetkileri lisanslı birine teslim etmen lazım. Evlilik için sembolik bir para (30 tl) yetiyor.
Bir iş kurduğunuzda; müşteri memnuniyeti, maliye, sosyal güvenlik kurumu, zabıta vs düzenli olarak şirketi ve çalışanları denetliyor da, evlileri denetleyen de, yaptırım uygulayan da yok
Kocandır döverde severde,
Kadındır dırdır yapar,
Kocadır gönlü kayar ama sana geri dönüyorsa sorun yok,
Kadındır seni aldatmadığı sürece sorun yok,
Kocadır zaten yoruluyor bir de sana daha ne yapsın,
Kadındır bütün gün bunalmış sana mı gülümsesin, zaten canından bezmiş, saçıcı senin için süpürge yapmış.
Bunlar artar da artar.
Yirmi sene okuyup düzenli olarak sınavları kazandıktan sonra doktor olan kişi sorunlu bir çocuğu, karıyı veya kocayı tedavi etmek için yıllarca çalışırken, kendi ailesi söz konusu olduğunda başka doktorlara hasta üretebilir hale gelebilir.
Yıllarca okuyup, bir sürü dayanıklılık testinden geçtikten sonra pilot olan kişi uçak kullanabilmek için teknik servisin onaylı raporu, kulenin onayı, hava raporu olmadan uçuşa çıkmaz. Aynı kişi evliliği söz konusu olduğunda ne arızaları, ne ortamın havasını, ne de irtifa kaybetmeye başladığını gördüğünde bir yerleri arayıp yardım istemeyi beceremez de tabiri caiziyse göz göre göre yere çakılır.
Yıllarca okuyup edindiği bilgi ve tecrübeyle karşısına çıkanları boşamamak için bin dereden su getiren hakim zaman olur kendisini bir başka hakimin karşısında buluverir?
Boşanmış biri; boşanmanın nasıl bir travma olduğunu da, gerektiğinde tek çözüm olduğunu da, yukarıda yazdıklarımın onda birinin bile gerek ve yeter koşul olduğunu da en iyi bilendir. Karı ve koca –herhangi biri – birbirine gülümsemekten vazgeçtiği, öfkeyle bakmaya başladığı ve diğerinin de bu durumu düzeltmek için çaba sarf etmekten vazgeçtiği zaman işte boşanma zamanıdır.
Esasında demokrat biriyim, liberal sayılırım. Ama evlilik söz konusu olduğunda karı ile kocanın bir vazifesi konusunda son derece kuralı ve dikta sayılırım. “Kişilerin birbirini her an elinde tutmak için çaba sarf etme zorunluluğu”
Ülkemizde birbirini aldatan, birbirine şiddet uygulayan, birbirini yok sayıp kendi hayatını yaşayan insanların evliliği yürüyor da; Birbiri ile iletişim kurmayı isteyip de bunu başaramayan, kendini anlatamadığı için kavgaya oradan savaşa giden evlilikler ihanet olmasa da, şiddet olmasa da, kumar olmasa da maalesef yürümüyor.
Peki diyelim ki yürümüyor. Karı koca olmayı başaramayan insanların anne baba olarak sorumlulukları ne de topluma karşı aile yetkilileri olarak sorumlulukları nasıl düzenlenmeli boşanma sonrasında?
Karı kocanın birbirinin kıymetini anlaması için karşı tarafa daha fazla değer veren bir mi ortaya çıkmalı? Bir erkeğin veya kadınının çocuğunun kıymetini anlaması için bir başkasının kendi yerine geçip o çocuğa sevgi vermesi mi tetiklemeli iş işten geçtikten sonra?
Buraya kadar atlanılan bir nokta var.
Kadın ile erkeğin fıtratı. Kadınların kadın ve anne olma hakları, kocanın koca ve baba olma hakkı, çocukların anne ve baba ile beraber olma mutlu bir ailede büyüme hakkı.
Boşanan kocalara sorulmalı. Karısının bin liralar kazanması, en güzel yemekleri yapması, adamın istediği misafirleri en iyi şekilde ağırlaması, evin işlerini binbir özenle yapması, çocukların sorumluluğunu tamamen alarak kocasına iş hayatında ilerleyebilme imkanı vermesi mi, eve geldiğinde kendisini gülümseyerek sevgiyle ve heyecanla karşılaması mı daha önemli?
Boşanan kadınlara sorulmalı? Kocasının ona bir yerlerde yetkili kişi olarak çalışmasına destek vermesi, bir sürü insana sözünü geçirebilme imkanı tanıması, böylece her an madden özgür olduğunu hissettirmesi, evini en şık şekilde dekore ettirmesi, tertemiz olması için zamanını veya parasını evine harcamasına izin vermesi mi? kocasının kendisine dilek ve isteklerini yerine getirecek sevgi ve heyecanla kendisine bakması mı daha önemli?
Anne babası boşanan çocuklara sorulmalı? Anne ve babasının onlara lüks şartlar sağlaması, özel dersler aldırması, istedikleri her oyuncağı alması, istedikleri her yere gitmelerine izin vermesi mi daha önemli? Okullarıyla dersleriyle elinden geldiğince yakından ilgilenip, sevgiyle önüne bir kap da olsa yemek koyup, boş zamanlarını mutlu bir şekilde beraber geçirmesi mi?
Eş kelimesi en başta hatalı.
Eşlik yoktur. Karı kocalık vardır. Kocanın karısına, karının kocasına ihtiyacı vardır. Kişinin eşine ihtiyacı yoktur. Eşi zaten kendisi gibidir çünkü.
Kadınlara okumak, meslek sahibi olmak, para kazanmak, özgürlüğünü eline almak, kariyer yapıp bir yerleri yönetmek, lüks eşyalara eve, arabaya sahip olmak, çocuğumun en iyi okullarda okutmak, en iyi bakıcıları tutmak için çalışmak bu arada evli olup toplumda evli olarak bilinmek ve böylece başarılı olmak öğretildi.
Oysa ki bu kadınları mutlu etmedi. Bilakis mutsuz, değersiz hissettirdi. Kadın gibi değil de asker gibi, işçi gibi veya süs biblosu gibi hissettirdi,
Kocalara koca gibi değil eş gibi ama karısı olmayan bir adam gibi hissettirdi.
Kocalara çalışan para kazanan kadınlarla olmak böylece daha iyi şartlarda yaşamak öğretildi, Ama bu onları mutlu etmedi. Bilakis onları kazandıklarını başka ortamlarda harcamaya itti. mevcut şartlar mutluluk vermediği gibi onları başka yerlerde mutluluk arayışına itti.
Tabii ki parasız olmaz. Peki para kazanmak kadınının yükü mü olmalı?
Tabii ki yaşam için iyi şartlar sağlanmalı da bunları sağlamak için mevcut zamanı öfke ve bıkkınlıkla geçirdiğin anlar hayatının bütününü alıyorsa buna değer mi?
Ne kadar para yeterlidir? Ne kadar kazanınca artık durmak gerekir? Ne olmazsa hayat gene de sürer ne olmazsa biter?
Burada mühim olan kişinin gerçekten ne istediğidir.
Karşısındakinin ne istediğini önemsemeyen ve kendi isteklerini ön plana alan için tabii ki sorun yok.
Bir kadını veya bir adamı görmek artık bunaltıyor ise medenice ayrılmak en güzelidir.
Ancak kavgaların sebebi görmek istememek değil de tam tersi bir şekilde iletişim kurmaya çalışmak ise? İşte o zaman bir bilgenin sözü giriyor devreye.
SŞT ;Sitem, şikayet ve tartışma.
Birisini kaybetmenin anahtarı.
Peki çözüm nedir?
Çözüm gitmek isteyen -karı veya kocayı- özgür bırakmak ama kalmak isteyeceği güzellikte bir yaşam alanını ona sağlayıp sunmak.
Kalınacak yer huzurla yaşanabilecek yer olmaya hep devam etmelidir ki –her an her zaman- kişi bir daha gitmeyi aklına bile getirmesin.
6-4-2009

Pırlanta bilekliktir evlilik

Adam kadını gördüğünde işte bu benim hayatımı sürdürmek istediğim insan onu kaçırmamalıyım demiş içinden. En kısa zamanda kadına bu düşüncesini açmış. Kadın “iyi ama nerde senin benimle nişanımı simgeleyen yüzük” demiş. Adam ne olduğunu anlamamış. Kadın “bana pırlanta bir tek taş almalısın ki taktığım sürece sana verdiğim sözün devam ettiğini görüp için rahat etsin” demiş. Adam heyecanla sarrafa gitmiş ve kadına şık bir pırlanta yüzük seçmiş. Yüzükle beraber teklifini yinelemiş, kadın son derece mutlu bir şekilde yüzüğü adamın parmağına takmasına izin vermiş.
Adama kadın ile beraber yaşayacağı günü erkene almak evlenmek için can atıyormuş. Kadın “peki ama nerde senin bana düğün hediyen” demiş? Adam anlamamış kadın ona “pırlanta yüzüğe uyan bir pırlanta bileklik almalısın ki evliliğimizin kalıcılığının göstergesi olsun” demiş. Adam evlenme teklifini kabul eden kadını gururla vaktiyle yüzüğü aldığı sarrafa götürmüş. Kadının daha evvel kalın altın bilezikleri, gümüş bilezikleri, deri bileklikleri olmuş ama kimse kadına pırlanta bir bileklik almayı düşünmemiş. Kadın için adamın ona alacağı pırlanta bileklik ona verdiği karşılıksız sevginin ifadesiymiş. Çünkü eşlerine altın bilezikler alan insanlar zamanla bu bilezikleri bozup kullanmayı düşünür ve aslında hediye almaz yatırım yaparmış. Oysa aynı para verilerek alınan bir bilezik ile pırlanta bileklik aynı paraya geri verilemez, pırlantada yarı yarıya zarar edilirmiş. Kadın geçmişteki yaşadıklarını unutup “zaten hiçbir şekilde bunu bozdurmayacağım. Çocuklarıma ve hatta torunlarıma bırakacağım. Evler arabalar, takılar değişir ama bu pırlanta bileklik bizim aile yadigarımız olacak” demiş.
Gitmişler, sarrafa göre ortanın altında, kadına ve adama göre çok pahalı ama görünüşte son derece sade bir bileklik almışlar. Görenler onu gümüş sanmış, kadın nazar etmesinden korkmadıklarına gururla “yok pırlanta hem de altın üzerine” demiş. Bazen de kızdırmak istediklerine söylüyormuş. “Yaa evet baksan ucuz bir bileklik gibi görünüyor ama kim der ufak bir araba parasına alındığını” diyormuş.
Kadın bu bilekliği bir takmış bir daha çıkarmamış. Dağda bayırda derede tepede her yerde takmış. Taktıkça kocasının ona verdiği kıymeti hatırlıyor gülümsüyormuş.
Daha bir ay olmadan bir akşam kadın yatağına uzanırken elinden düşü vermiş pırlanta bileklik. Öyle apansız. Kadın çok üzülmüş bunu felaket olaylarına yormuş. Kocası “üzülme götürür yaptırırız senden daha mı kıymetli ” demiş. Kadının içine su serpilmiş. Götürmüşler ertesi gün tamire vermişler. Aradan iki hafta geçmiş adamı aramış kuyumcu gelin bilekliğiniz hazır diye. Sattıkları bileklikler içinde en ucuzlarından olan bu bilekliği öylesine tamir etmiş kuyumcu ustası. Kadın sevinçle bilekliği almış adam gururla bilekliği karısının bileğine takmış. Satıcı onların birbirlerine sevgilerini ve ona göre bunu bu ucuz bileklik ile ifade etmelerinin çelişkisini yaşamış. Oysa onun maaşının belki de on katıymış o bileklik de oradaki bileklikler içinde ucuz olanlardan. Kadın ile adam sevinçle evlerine gitmişler.
Akşam olmuş kadın masaya uzanırken düşüvermiş bileklik elinden. Kadın merakla bilekliği incelemiş ve lehim yapılan yerden koptuğunu fark etmiş. Kocasına üzüntüyle bu durumu anlatmış. Kocası “üzülme nazardan ise nazar çıktı bak ne güzel” deyip moralini düzeltmeye çalışmış. Ertesi gün gidememişler kuyumcuya, işleri varmış. Yaklaşık bir hafta sonra gidip olayı anlatmışlar. Kocası “lütfen inceleyin aynı yerden koptu” demiş. Kadın “evet baktım orda bir sorun var” demiş. Tezgahtar sarraf ise içinden “bu ucuz şeyi mi inceleyeceğiz” diyerek bilekliği alıp tamire ayırmış. Aradan zaman geçmiş bileklik tamir edilip kadınının eline takılmış aynı seremoni ile. Kendince akıl vermiş kadına “günlük kullanmayın, ürünlerimiz çok özel günler içindir” diye. Kadın isyan etmiş bu söylere de bilekliği almanın mutluluğuyla çıkıvermiş dükkândan ve taşımaya başlamış bilekliğini.
Kadın teyakkuzdaymış bu sefer sürekli bilekliğindeymiş aklı. Böylece kopmadan fark etmiş bilekliğin eskiden kopan yerinin kırılmaya başladığını. Kadın bilim adamı heyecanı ile durumu kocasına göstermiş. Kocası “iyi ya şimdi götürelim çözsünler” demiş. Götürmüşler. Bu sefer başka bir delikanlı varmış sarrafta. Bilekliği merkeze göndereceğini söylemiş. Aradan zaman geçmiş ama ne aramış adamı ne de sormuş. Onbeş gün sonra adam arayıp merak ettiğini söylediğinde başka bir tezgâhtar özür dileyerek eski tezgâhtarın bilekliği unuttuğunu söylemiş, iki gün sonra adamı çağırmışlar ve bilekliğiniz hazır demişler. Kadın “incelediniz mi demiş neden kopuyormuş?” Adam cahilliğini savurmak için “incelendi ve artık kopmayacak” demiş. Kadın ile adam eve gitmişler.
Ertesi gün bileklik kadınının elinden düşüvermiş. Kadın ve adam sinirle kuyumcuya gitmişler. Kuyumcu aynı anlamaz tavırla onları savuşturmuş. Kadın “yok bu böyle olmayacak, ben bunların merkezini arayayım” demiş. Aramış, karşısına olgun ve saygılı bir bey çıkmış. Ona yaşadıklarını anlatmış, karşıdaki kibarca kadını davet etmiş. Onu daha pahalı bir bileklik almaya ikna etmeye çalışmış kadın karşı çıkmış. Ona daha kolay kullanabileceği bir bileklik önermiş kadın istemeye istemeye kabul etmiş.
Yeni pırlanta bilekliği daha bir özenle taktığı halde bu bileklik de bir hafta sonra ikiye ayrılmış. Kadın ve kocası gidip eski bilekliği geri istemişler. Binbir söz ile “bir daha kesinlikle kopmaz taahhütleriyle geri” almışlar. Kadın artık bilekliği sadece evde takmaya başlamış ki kaybettiğinde bulabilsin.
Ancak hassas bileklik takılmaya dayanamamış, lehim yerinden bir parça kopup kadının bileğini çizmiş. Kadın “yaşasın buldum elimdeyken kopmaya başladı” diyerek bilekliği alıp kocasına göstermiş. Aynı yerden 4. kez kopuyormuş bileklik. Adam ile sarrafın yolunu tutmuşlar. Sarrafın tavrı sabitmiş hangi tezgahtar çıksa aynı ezberi onlara söylüyormuş. Kadın “istemem ben bu bilekliği böyle yapacaksanız” demiş. “Ben bunu takamayacaksam ve sürekli kopacaksa istemem” diye diretmiş. Sarraf kadını sakinleştirmeye çalışıp yollamış.
Kadın şimdi o bilekliğe verdiği para ile bilekliği takmanın ona verdiği haz arasında gidip geliyormuş. “düşecekse ve onu temelli kaybedeceksem bari paramı kurtarayım” düşüncesindeymiş.
Kıssadan hisse.

Pırlanta bileklik kıymetlidir de sarraftan fazla değer verirsen elinden ne gelir?
Sakınan göze çöp mü batar?
Pırlanta bileklik takılmak için midir kasada saklanmak için mi?
Pırlanta bilekliği takmanın ciddiyetini ve konforunu ihmal ettiği zamanları kadın nasıl hasretle yaad ediyor şimdi takamaz veya takamayacağına dair korkular beslerken içinde?
Aynı yerden tamir kaldırır mı, kaldırır ise kaç tamire dayanabilir bir pırlanta bileklik?
Belki bir boğumu kaldırmalı mı ya da sökük yeniden mi takmalı?
Ya da bilekliği yapan usta da o bilekliğe takan kadar kıymet verse sorun en başta çözülür müydü?
Özetle; Evlilik sahip olmanın kıymetini bilemediğimiz bir pırlanta bilekliktir.
Daha evvel hiç takmamış isek altın bilezik gibi davranır sonra hayal kırıklığına uğrarız. Altın bilezik bozulsa da aynı kıymeti eder de pırlanta bileklik yarı değerinin baştan kaybeder.
Ve bir sorun var ise bir evlilikte tamir etmek aynı sorununun tekrarını önlemez. Önemli olan sorunlu kısmı gözden çıkarmak sağlam kısımları kaybetmemek için belki de bir boğum olmadan hayatı sürdürmektir.
Evlilik pırlanta bilekliği sapasağlam bileğinde taşımaktır. Mutlu evlilik ise hiç çıkarmadan taşımaktır. Sahte evlilik ise onu kasaya kaldırmak, düşmanları çatlatmak veya gösteriş yapmak gerektiğinde çıkarıp takmaktır.
Allah herkese kıymetini bilip koruyabilecekleri bir pırlanta bileklik versin de onlar bunu torunlarına yadigâr bırakabilsinler. 7 nsan 2009

2 Nisan 2009 Perşembe

azınlık mecburen bir partiye oyverirken sanmasın ki çoğunluk güle oynaya başka bir partiye oy veriyor

http://www.gunebakis.com.tr/haber.phpid=14686&t=AKP_Disiplin_Kurulu_eski_üyesi_Avukat_Terzi,_ilginç_bir_yorum_gönderdi._
Sayın Ali Faruk Terzi beyefendi'in yukarıdaki linkte yayınlanan yazısını okudum
Açıkyürekliliği ve cesareti takdire şayan,
olaylar karşısındaki acizliği ise ayrı bir hüsran.
Bununla birlikte,
ne hazin ki ötekiler bizi akp ye mecbur ederken
biz akpliler veya diğer parti yetkilileri gibi hırslı olmadığımız,
ilerlemek uğruna birşeyleri görmezden gelemediğimiz için,
veya birşeylerimizi riske atıp birileri için kendimizi feda edecek kadar cesur olamadığımız
belki de dünya meşgalelerine dalıp haksızlıklara karşı sessiz kaldığımız için
şikayet ede ede, kahrola kahrola
kötünün iyisine oy veriyoruz.
Oy verdiklerimizin verdiği yanlış kararların sonucunu hayatımıza uydurmaya çalışıyor,
bir şekilde ayakta kalmayı mağrifet sayıyoruz.
belki de böylece öteki dünyada ödeyeceğmiz bedelin sembolik yansımasını bu dünyada ödüyor,
nasıl cezalandırılacağımız hakkında fikir sahibi oluyoruz.
Herkes hakettiği şekilde yönetilir.
İnşeallah bu ülkenin çoğunluğu en iyi yönetimi hakedecek inanca ve bilince ulaşır, bakarsın biz de onlardan nasipleniriz.
Allah hakkımızda hayırlısını nasip etsin...

10 Mart 2009 Salı

Vakti zamanında köyün birinde meşhur bir derviş varmış. Çok ama çok yetenekli, her şeye aklı eren, ileri görüşlü bir dervişmiş. İnsanlar beceremedikleri işleri ona danışırlarmış. Derviş kıvrak zekasıyla gelen soruların yanıtlarını ilk başta bilmese de nasıl yapılacağını zamanla öğrenir, isteyene de memnuniyetle öğretirmiş. Bu derviş halka karşı son derece mütevazi davranırken, gizliden gizliye aklı ve yetenekleri ile nasıl da kimsenin bilmediklerini bildiğini düşünür, kendisiyle övünürmüş. Hata yapan insanları görünce nasıl bu kadar basit hatalar yapıyorlar diye içten içe şaşırır, onlara karşı ise; -insan beşer, bazen şaşar – diyerek yine bilge bir tevazu sergilermiş.
Hasılı vel kelam bu derviş kendisini hata yapmaz yüce bir varlık olarak görmeye başlamış. Kendini yüce gördükçe yetenekleri güçlenmiş, algısı genişlemiş. Her sorularına cevap alan köylüler de onu yücelttikçe dervişin mertebesi ulaşılmaz erişilmez oluvermiş. Derviş artık bilinmeyenleri bilir, olacakları tahmin edermiş.
Gel zaman git zaman yabancı köylerden gelen biri hiçbir mana veremediği korkunç bir rüyasını anlatmış dervişe.
“Rüyalar tersine çıkar, korkunç olan iyidir” deyip rüyayı hayra yormuş ve köylünün içini ferahlatarak yollamış derviş. Köylü, dervişten duyduklarının huzuruyla mutlu bir şekilde köyüne geri dönmüş.
Ancak bilge derviş o rüyanın aslında büyük bir hazinenin habercisi olduğunu anlamış. Anlamış da, zorlu yolculuğa köylü dayanamayacağından mı, yoksa hazineyi kendisi bulup dervişliğine bir de zenginlik eklemek istediğinden mi bilinmez söylememiş olduğu gibi rüyanın tabirini köylüye.
Derviş zaten en bilge ve en sayılan kişi olduğundan hazinelere ihtiyacı yokmuş. Lakin o hazineyi köylüler için kullanabilir kendi yüceliğine bir de cömertliği ekleyip Allah katında da mertebe ilerletebilirmiş. Hem zaten basit bir köylü böyle zorlu bir yolculuğu da kaldıramazmış. Bunun üstesinden ancak derviş gibi biri gelebilirmiş.
Derviş toplamış köylüleri köy meydanına. Onlara özel bir rüya gördüğünü ve köyünün geleceği için üç gün sonra zorlu bir yolculuğa çıkacağını söylemiş. Bu seyahat sırasında köylülerini Allah’a emanet ettiğini, bununla birlikte birikmiş soruları ve işleri için ise o üç günü onlara ayırdığını söylemiş tevazuuyla.
Gideceği yeri köylünün anlattığı rüya sayesinde kestirebiliyormuş. Komşu ülkenin uzak bir dağındaymış bu hazine. Zaten herkes uğrasa mutlaka biri hazineyi bulup alıp gelirmiş. Bu dağ, o zamana kadar gidilmemiş, hakkında efsaneler çıkarılmış, eski bir volkanik dağmış. Derviş hiç dağ görmese de üstün kabiliyetleriyle dağa tırmanabilmeyi gözüne kestirmiş. Hem keçiler, geyikler, ayılar, hepsi dağa tırmanabilirken nasıl olur da bu bilge ve yetenekli derviş tırmanamasın ki?
Zengin olmak için değil demiş derviş, köyümün gelişmesi için ve –aslında içinden rüya yorumunda haklı olduğunu kendisine ispatlamak için - çıkmış yola
Günlerce yürümüş, Ülkesinden çıkmış komşu ülkeye girmiş. Onu görenler methini duyduklarını ve ülkesine geldiği için nasıl mutlu olduklarını anlatıyor, kendilerince hediyeler sunuyor ve evlerinde misafir etmek istiyorlarmış. Tabii ki onun yanına gidemedikleri için birikmiş dertlerini anlatıp onun önerilerini de sormadan edemiyorlarmış.
Derviş gidiyor olduğu yeri onlara kabaca söylemiş.
-Aman efendim gitmeyin ortası çok tehlikeli demiş aciz köylüler. Biz ne rüyalar gördük orası hakkında da cesaret edemedik gitmeye. Siz bize lazımsınız kulunuz köleniz olalım gitmeyiniz demişler.
Derviş onların gönüllerini kırmamak ve nasıl üstün olduğunun methini yapmamak için dediklerine ses çıkarmamış, dinlemiş gibi yapmış.
Bir sabah misafir olduğu evden şafakla beraber çıkmış ve dağın yolunu tutmuş. Hızla dağa doğru yürümeye koyulmuş, yürüdüğü yollar değişmeye, ayaklarına taşlar takılmaya başlamış. Tabii ki aldırmamış, taştır bana ne yapabilir demiş ve yoluna devam etmiş. Zaten bu zor bir yolculuktu, ben buna katlanmazsam ne farkım kalır aciz köylülerden deyip kendini ikna ediyormuş. Yollar değişiyor, taşlar yerini kayalara bırakıyormuş. Kayaları aşarım ben, insanların başaramadıklarını başarırım deyip yoluna devam etmiş. Oysaki yeşil çimenlerle kaplı bir vadide yaşayan bu dervişin ayakları hiç taşa basmadığı için olsa gerek bir çocuğun ayakları kadar narin ve yumuşacıkmış.
Bundan olacak ne dervişin ne de köylülerin ayakkabısı da, ayaklarını saracak bir şeyleri de yokmuş. El üstünde tutulan derviş ipek halılar üzerinde yaşıyor olduğu için bunu hayatı boyunca önemsemiş. Köylüler ise zaten başka bir şey akıllarına gelmedikleri için böyle yaşamayı peşinen kabullenmişler.
Derviş taşların ayaklarına ne kadar zarar vereceğine köylülerden alışkınmış, bu ne ki ilacım var yanımda üstesinden gelirim demiş. Yine de acıyormuş ayakları. Yürüdükçe acıyan ayaklarından utanmış ve kendisine daha kuvvetli olma talimatları vermiş.
-benim gibi her şeyin üstesinden gelen bir derviş nasıl olur ayaklarının acısına boyun eğer de köyünü zengin edecek hazineden vazgeçer, diyormuş kendine. Bilememiş o hazinenin neden ulaşılamaz olduğunu? Aslında biliyormuş, ulaşılmaz gibi görünme sebebi onu dervişin bulup getirmesiymiş. Artık dağın en yukarılarına varmış, hazinenin heyecanıyla ayaklarının parçalanışına aldırmıyormuş. Beyni ve kalbi birleşip ayaklarına talimat vermiş.
- sen bizim en aşağıdaki parçamızsın, Bu hazine neler katacak köyümüze ve hatta ülkemize, dayanmalısın.
Böylece dayanmış, dayanmadığı noktada yarı yürüyerek yarı sürünerek ilerlemiş. Karşısına dar bir girişi olan bir mağara çıkmış. Altınların ve elmasların parlaklığıyla giriş aydınlanıyor adeta gözü kamaştırıyormuş. Elmasların yanında bulunan kürklerle süslü ipek kaftanlarla örtülü kurulup şöyle bir soluklanayım demiş. Aylardır yürümenin verdiği yorgunlukla derin bir uykuya dalmış.
Birden köyünde buluvermiş kendini, Herkes çok mutlu ve çok zenginmiş, İstediklerini yiyebiliyor, istediklerini giyebiliyorlarmış. Kimsenin çalışmaya ihtiyacı olmadığından işler birikmiş. Daha fakir köylerden insanlar köyüne gelip çalışıyor köylülerin yapması gereken işleri yapıyor karınlarını doyuruyorlarmış. Çok sevinmiş derviş olan bitene. Hem kendi köylüleri hem de fakir köylüler nasipleniyormuş hazineden. Zamanla köye gelen işçiler hırslarıyla çok çalışıp para biriktirmeye, tembelliğe alışmış köylüler bütün paralarını işçilere verdiklerinden parasız kalmaya başlamışlar. Köylüler tembelliğe öyle çok alışmışlar ki özel işlerini bile yaptırmak için tarlalarını arsalarını satmaya başlamışlar. Zamanla köylüler fakirleşmiş, başka köylerden gelen işçiler köyün efendisi oluvermişler. Köylülerin artık hayatlarını kazanmaları için vaktiyle sattıkları tarlalarda çalışmaları gerekiyormuş. Tarla sahipleri ise dişlerini tırnaklarına katarak kazandıkları malların kıymetini çok iyi bildikleri için lüzumsuz işler için kimseye para vermiyor ellerindekinin kıymetini çok iyi biliyorlarmış.
Derken ayağında korkunç bir acı hissetmiş derviş. Kafasını acıyla mağaranın duvarına çarpmış ve başını yarmış. Büyük bir yılanın ayağından başlayarak kendisini yutmaya başladığını görmüş. Elini uzatıp eriştiği asayla yılana vurmaya başlamış. Uzandığı yakut kabzalı bıçakla kafasına doğru vuruyor bir taraftan ayağıyla diğer ayağına destek olup ayağını kurtarmaya çalışıyormuş. Tepesi zümrütlerle kaplı asa o vurdukça taşlarını döküyor, yılan yavaş yavaş geri çekiliyormuş.
Derviş ayağını yılanın ağzından çıkardığında parmaklarının kangren olmaya başladığını fark etmiş. Yılan belki canının acısıyla, belki de dervişi bir defada yutamayacağının, yutsa bile o karanlık mağarada sindiremeyeceğinin bilinciyle hazinelerin arasından sürünerek kaybolmuş. Derviş, üzerine yattığı kaftanı parçalamış, bacağını parmakların olduğu yerden bağlamış. Ama ne çare ayak başparmağı artık vücudunun bir parçası değil vücudunu çürütmek için yılanın ona bağladığı bir düşmanmış. En sonunda derviş almış yakut kabzalı bıçağı ve bedenini korumak için kesivermiş başparmağını. Çantasındaki ilaçtan ipek beze sürmüş ve başparmağın yerine bastırmış, Kalan ipeklerle ve kaftanın derileriyle üstün yeteneklerini birleştirip hiç görmediği halde bir çarık yapıvermiş. Orda daha fazla kalırsa yılanın veya başka hayvanların kan kokusuna gelip ona zarar vereceklerini bildiği için asaya dayanıp uzaklaşmış mağaradan. Ancak asada ne yakut kalmış ne elmas. O artık dayanmak için kullanılan bildik bir asaymış.
Can havliyle kayalıklardan inmiş. Geldiği yolu geri dönüp köyüne varmış, Nerdeyse gidişinin üzerinden altı ay geçtiği için ondan ümidi kesen köylüler dervişi görünce çok sevinmiş. İlk görüşmenin şokunu attıktan sonra ona hazineyi sormuşlar, İlk kez bir şeyi başaramadığını ifade edecekmiş derviş,;
-yoktu öyle bir hazine demiş, boşuna gitmişim, Ayaklarındaki çarıkları sormuşlar, -Bunlar yolda ayaklarımı korumak için yaptığım kılıftır demiş.
Köylüler zengin olma şansını kaçırdıklarına üzülmüşler ama dervişin çarıklarını da çok beğenmişler. Derviş onlara da çarık yapmış ve yapmayı öğretmiş. Çarıkların namı komşu köylere ulaşmış ve artık insanlar köye gelip çarık almak ister olmuş. Böylece herkes çarıklı gezmeye ve çarığına uygun başka giysiler üretmeye başlamış. Daha sonra dervişe yine hazine rüyalarıyla gelen onlarca kişi olmuş. Derviş hiçbirisi için yorum yapmamış. Zamanla yorum yapmayan dervişe kimse hazine rüyaları anlatmaz olmuş. Derviş ise Her akşam çarıklarını çıkarıp da yatarken, herkesten sakladığı gerçeğin bedelini, başparmağının yerine bakıp hazine için neleri kaybettiğini hatırlıyor canını kurtardığı için şükrediyormuş
9-mart- 2009
Elimde olsa aklımdan geçenleri uygulayabilsem dünyayı cennet yapardım.