11 Kasım 2014 Salı

yaşlanmak ısırgana dokunabilmek mi?

Yaşlanıyor olmalıyım.
Elimi yakmasına aldırmadan kopardım, hatta faydalarını düşünüp insanlar yararlanmalı mı diye içimden geçirip de herkesin görebileceği bir yere bıraktım bahçedeki saksıda kendi kendine büyümeye başlayan ısırganları. Bütün bir gün ve hatta gece boyunca acıdı elim de ağlamadım, bağırmadım, yardım istemedim, elime krem falan da sürmedim.
Isırgan yakar ya, son nefesinde bile vazifesini yaparak tamamladı görevini. Ben ise estetik uğruna onların köklerini çekerek saksıdan koparırken canımın yanacağını bile bile üşendiğim için eldiven takmadım da şimdi utanmadan elimi yaktıklarından bahsediyorum.
Hayatımdan çıkarıp attıklarımın canımı yakması, ellerim gibi yüreğimin sızlaması gibi geldi ki haklı mı haksız mı olduğumu anlayamadım bir müddet. Affetmeyi nasıl istediğimi bilseler, koşa koşa sarılacağımı, gelirler de kabahatlerini bilmiyorlar ki! Neyin canımı yaktığını ve halen yakmaya devam ettiğini belki de bu dünyada hiç bilemeyecekleri gibi.
Eski zamanlarda yaşasaydım çoktan idam edilmiş yahut canlı canlı yakılmıştı benim gibi isyankarlar ki affetsin tanrı isyanı da günahsız teslim edilsin kutsal ruhlar.
Şimdilerde hangi iyi niyetlerle yaptılar ve yapamaya devam ediyorlar bastırıp sindirme çalışmalarını da öldürmeyen işkencelerle imtihan oluyor benim gibi bağımsız isyankarlar bilemiyorum.
Isırganın elimi yakışı, dişçinin uyuşturduktan sonra dişinin içini oyuşu gibi... Yoruyor, bunaltıyor ama acıtmıyor yapılanlar.
Sonra üzülüyorum. Acısın istiyorum yaptıkları ki hala genç hissedeyim kendimi. Gençken çektiklerimi hissedersem gençleşirim (mi?)
Acıtsalar, ağlatsalar da bağıramıyorum avazım çıktığı kadar. Terk etse pek çokları bunalımına girmeye fırsat vermiyor bağımlı olarak etrafımda yaşayanlar.
Yaşlanmak bu olsa gerek. Şöyle bir temiz buhrana giremiyor insan sorumlulukları bu denli yoğun iken. Dünyadan elini eteğini çekemiyor eteğine yapışanlar varken. Kendini atacak uçurumu bulup kollarını açarak uçmaya kalktığı anda yanındakileri görünce ‘ söyle bir manzaraya bakalım, rüzgarı içimize çekelim’ deyip konuyu değiştiriyor, niye oraya geldiğini unutturmaya çalışıyor.
Büyümek Allah’ı daha iyi anlamayı sağlıyor. Neyi niçin yaptığını, neyi nasıl istediğini? Büyümek elinin ısırganla yanmasına dayanmak ya, bile bile ısırganı eliyle koparmak ya, eller gibi algıyı da nasırlaştırıyor seneler ve insana bağımlı olan minik insancıklar.
Çok güzel kokarken küçükken elleri, hatta teri, yılların ilerleyişi ile nasırlı elleri, sararmış dişleri, ağarmış saçları ve katılaşmış yüreği ile tasfir ediliyor yetişkin insan.
Çocuk gibi ağlamak, kahrolmak, dünyanın sonuna gelmiş gibi ümitsizliğe kapılmak nasıl tarih oluyor ise, çocuklar gibi gülmek ve sorumsuzca eğlenmek de yıllar ile gidiveriyor zihinden.(kişi gerçekten büyüye bilmişse)
Yoksa yaşlandığı halde ısırgana tutamayanlar için henüz yaşlanmaktan söz etmek için çok erken. Ben öyle yaşlanmış hissettim kendimi ısırganı acıyacağını bile bile koparıp sessizce bahçenin köşesini bıraktıktan sonra. Zeynep Reyhan 12 kasım 2014

10 Ağustos 2014 Pazar

Ne senden vazgeçerim ne de vazgeçiririm kendimden

Tam kapıdan çıkarken üstünü değiştirmeyekarar veren, ayakkabılarını giymekte direren ve avazı çıktığı kadar bağıran küçük oğlumu pelerinvari battaniyeye sararak evden çıkabildim.

Topraktan apansız çıkarılıp ona ilk temas eden eşyadan uzaklaşmak için halkalar halinde kendini zıplatmaya çalışan solucanlar misali kollarımın arasında debelenirken belimin ağrısına yenilip hasta olduğuna aldırmadan battaniyeyi çıkarıp yere bıraktım bahçede.

"Iıııh ayakkabılarım yok, anne araba burda değil, ben yürüyemem" diye ağlamaya başlayıp bacaklarıma sarılışını beyaz bayrak kabul edip tekrar battaniye sardım ve kucağıma alıp bu kez sakince arabaya götürdüm.

Arabaya biner binmez koltuğuna oturmamak için ağlamaya başladı.

Belimin ağrısına gerilen sinirlerim eklenince zorla bağlayacak gücü bulamadım kendimde. "Ben de çalıştırmam arabayı koltuğuna oturmazsan" deyip kendi yerime oturdum.

Aldırmadı bile.

Duvardan farksız yüzü ile karşıya bakıyor, iki koltuk arasına tutunmuş, çorapları ile "soğuk" yere basıyordu.
Belki korkar da oturmaya razı olur diye hızla çalıştırdım arabayı.
Bir hızlanıp bir fren yaparken aynadan da onu izledim.

Korkmadı, bilakis eğlendi.Gülmedi, sadece bakışları belirginleşti ve ağlaması kesildi.
Siteden çıkınca inadımın yerini anne sorumluluğu aldı.
Sinirle sola yanaştım.

Gözlerinde zaferin ışığı, beni pes ettirmenin gizli tebessümü, sümüklerine karışmış gözyaşları içinde ıslak suratı ile gözlerini kaçırmadan bakıyordu yüzüme.

Önce sinirle "otur" dedim koltuğuna, reddetti. Alıp çıkardım arabadan ve yere bıraktım. Ağlayarak içeri girdi.
İtiraf ediyorum kalmayı seçse daha zor olacaktı benim işim.
İçten içe rahatladım, benden daha sert bir kayaya çarpmamış olduğumu görünce.

Ben olsam binmez ve canına okurdum annemin de onun mantığı ağır basmış, atleti, pijaması ve çoraplarıyla soğukta dışarıda kalamayacağını anlamıştı.Aferin dedim benim gibi ilk fırsatta yakmayacak gemileri.
Çocukluğumla birlikte babamın bana yaptığı bedduayı hatırladım."Allah sana senin gibi bir kız versin"demişti.

Başarısız olup oları haklı çıkarmamak mı daha ağır bastı anne merhameti mi bilemedim.
Belki de Sevgi evlerinin yanında, soğukta, küçük ve hasta çocuğunu arabadan atan bir öğretmen olarak tarihe geçmek veya bundan dolayı soruşturma geçirmek istemedim.

Birden öğretmen olduğumu hatırladım.
Evet ben onunla baş edebilirim.

Karşımdakinin benden neredeyse otuzüç sene küçük olduğunu ve o iki tane üçün biri kadar zamandır dünyada kaldığını düşündüm.
"Anlayışsız olması normal" deyip teselli ettim kendimi.

"siz büyük aklınızla küçüğü saymazsanız küçük küçük aklı ile sizi nasıl saysın" derdi sevgili hocam.

"sen karar ver o zaman, koltuğuna oturmak mı dışarı çıkmak mı istersin?"
"ııı ıh soğuk ayakkabım yok, montum yok, üsürüm"
"..."
"tamam oturacağım" dedi.
"Hadi o zaman yardım edeyim sana"
"I ıııh burdan değil ordan"
Arka koltuğun ortasına sabitlediğim koltuğa benim yanımdan değil de diğer taraftan oturarak gücünü ortaya koydu.
Sonra da "bağla kemerimi" diyerek beni görevlendirdi.

Doktor randevumuz olmasa, sabah abisi de beni dikkate almayıp ceza olarak okula yürümek zorunda kalmasa eve döner, şuruplarından vermeye devam eder ve kendimi kahveye verirdim.
-miydim?

Bu kadar başarısızlığı bir günde kaldıramayacağım için gülümseyip kemerini bağladım
"I ııh burnum aktı burnumu sil" dedi. Peçeteyi çıkardım ara bölmeden
"I ııh peçete değil islak havlu ile" dedi. Islak havlu çıkardım ve eline verdim silsin diye.
"Al anne ıslak havluyu" dedi. Sümüklü havluyu geri aldım.

"Anne bana kızmadı, anne abiye kızdı,
Mehmet çok akıllı,
ben hasta oldum, burnum aktı, ateşim çıktı,
ben akıllıyım koltuğuma oturdum......"

"Sana kızdım ama geçti" dedim ve sakinmiş gibi hastahaneye götürürken "askımmmm, balımmmm, nar tanem, nur tanem demeye başladı"
Aynadan tebessüm ettim.

Doktor bayılıyor Mehmet Kemal'e
Bana yaptıkları hiç yaşanmamışcasına gülümsedi ve her sözü dinledi.
"Nasıl başardınız bunu böyle akıllı yapmayı?" diye sorar her defasında.
"Sen bir de bana sor, neredeyse polis annelik lisansımı elimden alıp çocuğumu koruyucu aileye verecekti" derim -içimden- de
gülümser "benim işim bu ben öğretmenim" derim.

İşte bunları hissettim "ne senden vazgeçerim ne dersaneden" başlıklı yazınızı okurken.
İçimden Başbakana ilanı aşk yapacağınızı ümid edip heyecanlanmıştım.

Bazen büyüklerin de çocuk olası tutuyor, inatlaşmak yerine "sen karar ver adını ne koyalım nasıl yapalım" dediğinde kendilerini mutlu hissediyorlar.
"ben büyüdüm çok çok çok büyüdüm üç beş on yaş oldum" diyen mehmet gibi oluyorlar.

İltifat ve takdir bağımlılık yapar, sitem, şikayet ve tartışma uzaklaştırır insanları birbirinden.
Sevdiğiniz ne yaparsa yapsın tartışmayın, sitem ve şikayet etmeyin, ne derse "ne güzel düşündün, ben düşünememiştim" deyin ki sizi kaybetmemek için kendi kendini düzeltsin demişti sevgili ruh hekimim Hamdi Bey yıllar evvel.

Her ne kadar "küstüm ama barışa da bilirim" okunsa da satır aralarımda daha net bir ilanı aşk yakışırdı marangozun meşeye şekil vermek için aletlerine hissettiğini hayranlıkla anlatan sevgili Hocama dedim
Ve marangoz sabrı tabii ki

Büyük olmak mevkiyle değil mevkileri gözden çıkarabilecek cesaret ve küçükleri ikna edip yönlendirebilecek sabırla ölçülmeli bence

Ben sizi büyük gördüğüm için sizden bu kısır döngüde küçüklerinizi -daha net ve basit şekilde- yönlendirmelerinizi bekledim.

Yine de romantikti
Gülümsedim......
Çölde bir damla su gibi geldi
Teşekkür ederim
......
Muhabbetle kalın efendim. ZR

fincandan cezveye

Sevgili Hocam;
Metal bir cezve ateşe dayanabiliyor, sütü ısıtıyor, porselen kuplu bir fincan sıcak sütü dudağımız ve elimiz yanmadan içmemizi sağlıyor.

Diyelim ki ölçü şaştı ve fincandan fazla süt doldurduk.
Fincanın aldığından fazlası cezvede bekliyor, biz fincanımızdakini içiyoruz. Ağzımız yansa da dudaklarımız yanmıyor, yakarken cezve porselen yakmıyor.
Çocukların koruma refleksi yüzünden içmeyeceği sıcak sütü, büyükler kendini koruma ihtiyacı duymadan, dilinde oluşturduğu pütürtülere aldırmadan içiyor, sütü de sıcaklığını da seviyor.

Sonra cezvede kalan süt geliyor aklımıza, fincana ilave ediyoruz.
İki dakika evvel dokunsak dudaklarımızı yakacak, elimize yapışacak cezve gitmiş, yerine soğumuş ve hatta sütü soğutmuş bir metal kalmış.
Fincadaki sütümüz hala döksek elimizi yakacak kadar sıcak iken nasıl bu kadar çabuk soğuduğuna hayret ediyoruz. Cezvedeki ılk, üstü kaymak tutmuş sütü ilave ediyoruz. Bu sefer ısıtmıyor bilakis fincandaki sütü ılıtıyor.

Bilgelerin anlattıkları gibi;
Önce yakıyor, uygun bir aracı olursa dokunulabiliyor,tadını alabiliyoruz da biz yanmaya devam ederken o çoktan soğumuş oluyor.

Biz kaldırabileceğimiz, sevebileceğimiz sıcak süt için tekrar ihtiyaç duyarken başka şeyler kaynıyor içinde, başka kokular yayılıyor, etrafa, tadı başka oluyor içindekinin.

Bazen yenisini reddedip ille de süt olsun diyoruz. Fincan olmasa asla dokunamayacağımız kadar yakan sütü cezvenin ısıtıp bize sunmasını bekliyoruz...

Hayatın güzel tadlarına bize sunacak kaynakları ve onlara temas etmemizi sağlayacak vasıtaları eksik etmesin Mevla, Eksik olmayın hocam ZR

o yılki ben koyunum

Sevgili Hocam;
Güne sıcak süt ile başlamam sebep olan yazınız için öncelikle çok teşekkür ederim.
Hiç okumadığım ve bilmediğim halde kendimi buldum "yılkı"da. Benden farklı olarak evladından ayrı bir kış geçirmiş de demek ki yavrusunun dayanamayacğaı kadar sertmiş deyip teselli oldum.
Hatta bütün kış yavrusuna bakan adama da iyi ders olmuş diye geçirdim içimden.
Şimdi mutlu bir şekilde kırlarda olaştıkları için sevindim.

Kitabını bulup okumak isterim.
Anne evlat hasreti kısmı zorlasa da, daha kolay dayanılıyor böyle dramatik olaylara, sonra devamını okuyup rahatlıyor insan kitaplarda .

Atlar insanlardan daha güçlü ve akıllı davranınca İlahi adalet onlar için bile tecelli ediliyor da,
dayak yiyen iki arkadaşım destek istediği için kendimi ortaya koyduğumda onlar barıştı ben ortada kaldım.
Babasından ölesiye dayak yiyen öğrencim için okulu ayağa kaldırdığımda "hakediyor da yiyor" dedi idareciler.
Haberlere konu olmayalım diye sonraki dayakta Sosyal hizmetlere ihbar ettiğimde öğrenciyi apar topar sevgi evlerine verdiler o dayağı unutup bana düşman oldu.

Sevgili psikiyatristimin "bir karıkoca arasında şiddet varsa ve kadın buna isyan etmiyorsa o mutlu bir evliliktir siz de müdahale etmeyin" demişti bana bunları anlattığımda.
En son dayak yemekten korkup beni arayan velime "polisi arayın ben birşey yapamam" diyebildim. Arkasından polisi arayıp ihbar ettiysem de şimdi mutlu mutlu karı koca olarak yaşıyorlar.

Demek ki at "yılkı" olmayı hak ediyor sa dokunmamalı, akıllı ise bunu fırsat bilip zaten kurtulur arabaya koşulmaktan.

Böyle akıntıya karşı kürek çektiğim dönemde yazdığım bir şiiri de sizinle paylaşmak istedim.

Günümü güzelleştirdiniz Allah da sizin günleirnizi güzelleştirsin
Muhabbetle kalın, ZR

BEN BİR KOYUNUM
Ben bir koyunum illaki güdülmeliyim
Ancak keçilere özenip, olmadık kayalardaki otları yemeliyim
Sonra koyun olduğumu fark eder, orda çaresizce beklerim
Otlar biter ya açlıktan, ya soğuktan ya da kimbilir kimden gelir ecelim?

Tam bir eşeğim ben sırtıma semer vuran çoktur
Katır tarafım ağır basar, inadına yükümle dağdan aşağı yuvarlanırım
Sahibime kızar, dövüp canımı yaksa da kıpırdamam
Bana gülerek yaklaşan tatlı dilli düşmanıma kanarım.

Ben bir yılanım dünyanın on santim aşağısını tanırım
Bazen küçük ama zehirliyim, bir ısırışta istediğim canı alırım
Bazen iri bir boğa yılanı olup koca bir hayvanım kemiklerini kırarım
Ama yılanım ben, ufak bir yara alsam karıncalar tarafından parçalanırım.

Zulüm gördüğü için sahibini ısıran bir köpektim, evden kovuldum.
Sağdığım sütü bir tekme ile deviren bir inektim,
Bayramı bekleyemedim, kendimi mezbaada buldum.
Kendi yumurtalarını kırmaya hakkı olan özgür bir tavuktum,
Akşam oldu budum ayrı, kanadım ayrı bir tabakta teslim oldum

Ben bir kelebektim, tam kozamı ördüm ki kaynar sularda boğuldum
Üç günlük ömrümde ürettiğim ipekle, şimdi ölümsüz bir şal oldum.
Su samuruydum, tam yuvamı yapacaktım ki, sopalarla vuruldum
Canlıyken pistim şimdi kıymetli bir paltoyum.

Ben bir çakalım, sisli havada sürüye dalarım
Koyun diye köpeğe saldırır, şanslıysam yalnız rezil olur kaçarım.
Kimi zaman o sürünün çobanıyım,
Kavalımla onlara müzik yaparken onlardan daha mı akıllıyım?

Özümde bir koyunum ben, kendi başıma yaşayamam,
Dik başlıyım ya sürünün arkasından uçurumdan da atlamam,
Sağ kalırım ama yalnızım ya kurda yem olurum
Canlı canlı yensem mi atlayıp da ölsem mi daha iyi bir koyun olurdum? ZR2006

yomçt den tavsiye niteliğinde

Sayın Hocam;

Size kırıldım.

Ne “işliğin” bizim orda nasıl bilindiğini ne de “çok zengin olursam kuracağım araştırma enstitüsünde üretmeyi tasarladığım icatlarımı” yazmayacağım.
(Çok ısrar ederseniz yazabilirim hemen kestirip atmayın canım)

Eski filmlerden bir replikle başlasam saygısızlık saymazsınız değil mi?
“Kuzum siz avukatı mısınız?”
Bayılırım o “kuzum” sözüne. Bir de “şekerim” vardır ki çok kullanırım hayatımda.
Gelelim konuya;

Sayıları iki elin ve iki ayağın parmaklarını geçmeyecek kadar sınırlı sayıda takip ettiğim yazarlardan biri olduğunuz için “yüksek okurluk merciinin –bunu daha sonra “yom” diye kısaltacağım- bana verdiği yetkiye dayanarak” sizi ikaz etme yetkisini kendimde görerek başlıyorum satırlarıma...

En başta belirttiğim duygularımı bir kenara bırakıp vazifemi tarafsızca ifaa etmeye çalışacağımdan emin olunuz.

Sualler:
Bir konuda hüküm veriyorsanız size “hâkim” derim ki; Amerikan filmlerinde “iki tarafa da eşit yaklaşıp delillerini hakkaniyetle sunmalarını sağlamak hâkimin asli görevidir.”

Ben hâkim değilim itham edenim derseniz “savcı” derim ki; bir şeyi korumak için kendiliğinizden faaliyete geçme gücünüz ile deliller ışığında tutuklasanız, sorgulasanız bile karşı tarafın sunduğu delillere ve gelişmelere göre yeri geldiğinde talebinizi değiştirmeniz icap eder. Kesin haklıysanız ayrı. Ki buna “hâkim” karar verir o zaman hâkim kim? Karar ne?”

Hayır, ben “avukatım” derseniz o başka. Kardeşimin kocası övünerek “suçlu kaçak bile, olsa biz görüşebilir ve destek alıp savunabiliriz onu, bizi sorgulayamaz adalet” der mesleği için. Avukat aldırmaz savunduğu kişi veya kurumun haklı mı haksız mı olduğuna “en az ceza ile kurtulmasını” başarı hanesine kaydeder diye devam eder mesleğini savunmaya.

Son dönemde sizi hep avukat cüppesi ile gördüğümden tarafsızlığınızı ben bile sorgular oldum. (yom’dan aldığım yetkiyle konuştuğumu hatırınızda tutunuz lütfen) da, büyüklerin hayata bakışlarının kolay esnemeyeceğini bildiğim için kendime bir süzgeç oluşturdum ve yazdıklarınızı görüp geçirdiklerinize yordum. (yom’un temsilcisi olarak tarafsızlığımı korumak görevim gereği?)

Şimdi en samimi ifadeyle sorsam; “Bunca sıkıntının büyük sorumlusu bir taraf iken küçük sorumluluğun bile diğer tarafta olduğuna dair hiçbir kuşku yok mu içinizde? Var ise “neden nalıncı keseri” gibi sadece bir tarafa yöneltiyorsunuz ithamlarınızı? Desem;

(Haddimi kaç şiddetinde aşmış olurum? Ama yom üyelerinin dokunulmazlığı olduğunu ve gönüllü çalıştıklarını hatırlatsam, yumuşatır mı ortamı? Ya da makamımı kullanarak tehdit ettiğimi mi düşünürsünüz?- Haşa-)

Eşim, bazı guruptakiler talimatla sürdürür hayatını demişti yetkin ve resmi meslek dallarının bir guruba ait olduğunu öne sürerken,

“peki şekerim düşün, sen bilmem ne sınavlarını aşıp, bilmem kimlerle boğuşup, böyle yetkin ve bir yere geldin… Her konuda adım atarken bağımlı olmayı nasıl kabul edersin? Yoksa cariyelik ve kölelik kaldırılmadı da makam verilip orda çalıştırılmaya mı başladı insanlar? Yüzde yüz itaat etmezlerse ne yapacaklar onlara? Ya, o insanların aklı? İnancı? Vijdanı? Ve en önemlisi Tarafsızlıkları?”

cevap “bilmiyorum çünkü ben hiçbir guruba dâhil olamam zaten” oldu.

Eski bir Amerikan filminde “düşündüm de efendim….” İle başlayan subaya, “size düşünmenizi kim söyledi? Düşüneceğiniz kadar bilgi vermiyorum size” cevabını vermişti kumandanı.

Satırlarıma her ne kadar siz başkalarını anlamasanız da ben sizden anlamış gibi yapmanızı talep ediyorum sözleri ile son veriyorum (“yom” dan aldığım yetkiyle pek tabii ki).

Herhangi bir ceza talebim olmayacak zira bu kurumun yaptırım yetkisi yok.

Olsa olsa benim gibi birkaç okurun kırgınlığını azaltmış olacaksınız.

Söz savunmanın… ZR YomÇT

Düşmana kullanılan kelimeleri saysanız anlarsınız‏ dostun yalnızlığını

Sevgili Hocam
Bu bir aşk mektubu olsun.
Aşkla “Ruhundan ruh vererek” var edildiğimiz âlemde, sağa sola bakınmak yerine gözlerimizi içimize, konuşmalarımızı da anlayacak ruhlara yönelttiğimizde, kavuşabileceğimiz aşka yazılmış olsun.
“ilanı aşk” sayılan “hakikati” muhatabı dışındakiler başka yerlere çekip günah kazanadursun.
“Dildaşından ayrılan dilsiz olur” diyen misali anlatılanın muhatabı “maşuk” olmadı bir başka “âşık” olsun.
Bir besmele çekelim ki yaptığımızı balık bilmezse halık bilsin
Kayıt melekleri sağ tarafımızdaki defterin güzel bir sayfasında söylediklerimize yer bulsun.
İnşallah

Bismillah.
Aşk ile var edilen küçük yaprakları, kar tanelerinin dansını, rüzgârın eşlik ettiği senfoniyi anlayamayan, bir savaş bulup kendine verilen sonsuz enerjiyi tüketmekle meşgulken...
Bilmeden o enerjinin kim için ve ne için verildiğini “sesli kaya” misali her cümleyi muhatap alıp, her mücadelede piyade olup, her kılıç darbesiyle yaralanıp, kendini her fırsatta şehit ederken…
Allah gözlerini açsın.

Ne teslim olduğunda verecek sancağı,
ne üzerinde yaşayanacak bir avuç toprağı,
ne de imana erecek bir ruhu olmayan düşmanın kim olduğunu kulağına çalsın.

Savaşırken her fırsatta yara alan gönlü dile gelsin.
- ki gönül kırgındır savaştığı için-
Dinlemeyen ruha -dosta- inat “kıymetsiz düşmana” savuruverirken öfkesini neden dosta gelince harap ve bitap olduğunu
Neye küsküğünü söylesin
Söyle derdini gel barışayım demek istiyordur belki de “deli divane” bağırırken etrafa?

Küçük sormadan sarılır, dinlemeden kabul eder, düşünmeden itaat eder, kızdığında çekinmeden inat ettiği rahatlıkta da,
Büyük bilir sevdiğinin büyüyeceğini ve bekleyedurur.
Ergen evladı evi yıkmaya başladığında sessizce onun sakinleşmesini beklediği gibi sakin ve dingin olur.
Tutmaz elinden, dikilmez arkasına, her adımda içi ürperse bile kalkmaz yerinden.
-bir sakatlığı yok ise-
Kendi başına yürümenin tadıyla, başarının gururunu verir yanına ki, bu mücadelenin üstesinden geldiğinde eşlik etsin evladına…

İşte bu sabırla beni büyütene, “ruhuma ruhundan verene” duyduğum şükran ve güvenim,
O’nun huzuruna şehit olarak kabul edilmek, verdiği gibi verebilmek -şefaat etmek- için ettiğim duayı kabul edeceğine olan inancım için,
bırakıp tüm savaşlarımı ve haklarımı ben sükûnete teslim oldum.

Buradan bakınca şükrandan başka bir şey düşünemezken,
Orada verilen mücadelenin sebep olduğu israfı gördükçe üzüldüm.
Düşman için kullanılan kelimeleri bir kefeye dost için sarf edilenleri diğer kefeye koysanız terazi gösterir size üzüntümün büyüklüğünü…

Aşk ile yaratılanın, Dost için kullanması için, kendisine verilen kelimelerin yerlerini
“Allah’ın verdiği ustalıkla değiştirip”
düşman gördüğüne karşı silah olarak sarf etmesi...
–hayatını ve imkânlarını dost için değil de düşman için harcaması –
karşısında yine dayanamayıp uyarı fişeğini ateşlemek zorunda kaldım ki,

Buralarda yardım ve tecrübeye
oradaki düşmanın düşmana ihtiyacından daha fazla gereksinim duyan dostlarınızı hatırlayın

Savaşıp yeni yerler kazanmak yerine kazanılmış topraklarda bayındırlığa vakit harcayın

Refahtan geçtik insani yardım vazifenizi unutmayın
Vazgeçmişseniz
–büyük İskender gibi feth ettiğiniz yerleri bırakıp dünyanın bir köşesinde ruhunuzu teslim etmeye karar verdiyseniz-
siz savaşla meşgulken bu halkı düşünecek bir "manda" ya olmadı "emin ve yetkin bir valiye" bizleri teslim edin ki
Bir rahat nefes alalım.
Bu savaş ortamından kurtulalım.

Yok, olmadı, yetmez,
Ben niyazımı peşin yapayım da çareyi Allah’tan bulayım

Doğruyu söyleyen Allah, tek gayemiz olsun,
Düşmanınıza harcayacak bir nefeslik bile enerjiniz kalmasın,
Sevgiyle yapılan, aşkı anlatan dualarınız gücünüz olsun.
ve
Allah sadece bu dualarınızı kabul edip muvaffak etsin.
Yaşarken de ölürken de ahrette de yanınızda sadece ve sadece dostlarınız olsun.
Sevgilerimle… ZR

özel okul+paralı pdr uzmanı=özel (üstün zekalı) çocuk‏

Kimse zeki -hatta üstün zekalı- çocuğu olduğunda kıymet göreceğini düşünmesin, keşke benim evladım da üstün zekalı olsun diye dua da etmesin.

Yine kimse, çivisi çıkmış sistemlerden bahsederken;

hekimlerimiz hem devletten maaş alıyorlar hem de muayenehane açıyorlar ne kadar da açgözlüler derken pdr uzmanlarını da eksik etmesin.



Şehrimizin güzide bir özel okulunda anasınıfına giden çocuklara zorunlu –sözümona- eğitime hazırlık testi yapılıyor, devlet okuluna başlayan çocukların hepsine yapılıyormuş gibi.

*Çocuk hazır hissetmese kendini okula başlamayacak mı?

*Asıl gaye çocuk hazır çıkmasın da bir sene daha anasınıfı parası ödeyin mi?



Çocuğun bir tanesi sıkılıp testi tamamlamıyor. Öğretmen anneyi çağırıyor. Özel bir psikolojik danışmanlık merkezinin kartını verip çocuğa onların bazı testler yapacaklarını söylüyor.



Kartı verilen danışmanlık merkezini işleten ve danışmanlık veren de Milli Eğitim bünyesinde maaşlı olarak çalışan bir pdr uzmanı. (Resmen başka bir psikolog üzerine olsa da duvarlardaki diplomalar, sertifikalar ve resimler gerçek sahibin memur olduğunu gün gibi ortaya seriyor)



Anne, çocuğu bu merkeze götürüp 140 TL seans ücreti ödüyor devlet memuru pdr uzmanına. Uzman çocuğa 300 TL bedeli olan bir zeka testi yapılması gerektiğini, üstün zekalı ise en az altı ay her hafta görüşüp takip edeceklerini (Haftalık 140 TL ücret en az 6ay boyunca) söyleyip test için gün ayarlıyor.

Anne ertesi gün okulu arıyor. “Kafasının karıştığını, pdr uzmanının yaklaşımını beğenmediğini, başka bir danışmanın yapabildiği testi neden özel okulun yapamadığını merak ettiğini” söylüyor.

Okuldaki yetkili; “çocuğun üstün zekalı olabileceğini, belki de özel eğitim alması gerektiğini, normal çocuklar gibi ders dinleyemeyeceğini, başka bir kampüste özel bir sınıf açtıklarını ve orada sadece eğlenecekleri şeylerle-sıkmadan üstün zekalı çocukları meşgul ettiklerini” söylüyor anneye.

Anne,” çocuğunun normal çocuklar gibi eğitim almasını ve başarılı olmasını istediğini” vurguluyor. Annenin ısrarı üzerine okulda test yapılıyor ve çocuk bu sefer ilkokula hazır ve normal çıkıyor.

Onun kadar uyanık olmayan başka anneler ise çocuğunu danışmanlık merkezine taşıyıp birkaç ay ciddi meblağlar ödemek zorunda kalıyor…



Şimdi sorulara gelelim;

1. Anasınıfında ilkokula hazırlık testi zorunlu mu?

2. Bir testi çocuğa uygulayamayan okula özel okul denir mi?

3. Özel okulun dpr uzmanı yok mu?

4. Pdr uzmanları bir de danışmanlık merkezi açabilir ve orada ücretli danışmanlık yapabilir mi?

5. Üstün zekalı çocuklarla da ilgilenmeyecekse RAM kiminle ilgilenir?

6. Özel danışmanlık firmalarının verdiği test sonuçları ne kadar güvenilir?

7. Üstün zekalı olduğu tespit edilen çocuk için hazırlanan özel sınıfta müfredat dışında dersler uygulanması talim terbiyeye uygun mu?

8. Normal eğitim almayan bu çocuklar merkezi sınavlarda nasıl başarılı olacaklar?

9. Üstün zekalı çocuğa burs vermeyen özel okul kime burs verir?

10. Ailelerin çocuklarını şımarık yetiştirmesinin ve basit bir testte çocuğun öğretmene başkaldırmasının bedeli 440 TL den mi başlar?



Özet olayın denklemi=

"Özel okul + paralı pdr uzmanı = üstün zekalı çocuk"(paran var ise)



denklemi türev ise integrali



"şımarık çocuk =140 TL + 300TL +(en az )(6 ay X 140 TL)"

Üstün zekalı çocuktan bahsederken matematiksel örnek verelim değil mi?



Takdir ister anne babaların olsun ister matematikçilerin.

Kemalizmi değiştirmeye çalışanlar Kemal'in başındaki Mustafa'yı unutmasa

Sevgili tv sunucusu
Kemalizm deniyor, Kemalizm değişiyormuş.
Mustafa Kemal bu dünyadan göçtüğüne göre Kemalizm nasıl değişecek?
Şu an Kemalizm adına alınan kararlar acaba Mustafa Kemal'e sorulsa böyle mi yorumlanırdı?

Yoksa Kemalizme chp Kemal Kılıçdaroğlu ile mi devam edecek?

Mühim olan kemalist %20 yi mutlu etmek mi? İktidara geçip halka hizmet etmek mi?

partilerini kendileri için yaşayan,
kendi görüşleri dışında kıymetsiz gören bu Kemalist elitler

iktidardan bile Kemalizm uğruna vazgeçip
görüşlerine bir nevi tapan kişiler
biz neden bu % 20 yi tartışıyoruz?
çağı yakalama ihtimallerini Kemalizm uğruna yok eden bu parti mensupları,
evlilikleriyle ve az çocuk yapma hevesleriyle
yaklaşık 50 sene sonra belki %1 e düşecekler
neden onları tartışıyoruz da korumaya almıyoruz?

çok mu sert oldu bilmiyorum
ancak, asla iktidar olmayı kendilerine layık görmeyen
kendilerini çok üstte ve
halkı çok aşağılarda gören bir partiyi sorgulamak yerine
neden tarihi süreçteki eriyişini incelemiyoruz?

Neden onlara siyasi açıdan bakmak yerine folklorik açıdan, sosyolojik açıdan veya yaşayan tarih açısından bakmıyoruz?


seviyorum ülkemin her rengini

Neden kapalı insanlar süslü oluyor? Sorunuzun cevabı

Sayın yazar

Sorunuza cevap vermek için mail atıyorum.
Neden kapalı insanlar sokakta erkeklerle samimi olabiliyor, işlerine geleni mi uyguluyorlar? veya yasak olunca mı sahip çıkıyorlar?

Öncelikle insanlar kapalı ve açık diye sınıflanmaz.
rahmetli dedem derdi ki sakal deduğun tuydur huy gene eski huydur.

Kişi karakter itibarıyla : muhafazakar, işveli cilveli, soğuk, liberal, teşhirci, salaş, aykırı vs gibi özellikleri taşır

Muhafazakar bir insan hıristiyan da olabilir, müslüman da, inançsız da ama muhafazakar ise her hangi inanışa sahip olursa olsun ananelere bağlı olur, belki dışarıdan baksan bilmem ne dersin ama eline erkek eli değdirmez.

Salaş bir insan kapalı iken öylesine bir örtü seçer, makyaj yapmaz, açık iken öylesine bir elbise giyer, gösterişe kaçmaz, yani açık da olsa kapalı da olsa kimse ona başını çevirip bakmaz

teşhir meraklısı insan kapalı ise belki daha bir daracık giyinir, belki gözler ona baksın diye farkedilen renkleri seçer, ama ne yaparsa yapsın dikkat çeker, açık ise nasıl giyinir o da bu paralelde olur.

Mesela bir kadın: saçlarını boyuyorsa estetiğe meraklıdır, kırlaşmış saçları ile insan içine çıkıyorsa estetiğe çok da aldırmaz, saçlarını kısacık kesiyorsa belki güzelliğe önem vermiyordur belki de yüzünün güzelliğine çok fazla güveniyordur.
Ama bu çeşitlilik açıklarda olduğu gibi kapalılarda da olacak.

İnsanlar kapalı ve açık doğmuyor, insan olarak doğuyor. ve kapalılar hep kapalarlardan doğmuyor, öyle olsaydı açık olmazdı bu kadar

Başka sorunuz varsa alayım
Sağlıcakla kalın ZR

Cennet, insanın hem gökyüzünü hem de toprağı evinden görebildiği ... yerdir


Kıymetli Hocam;

İlginç camii, Marmaray, İstanbuldaki kentsel dönüşüm, sahilin doldurulması hakkındaki yazılarınızla hislerime tercüman oldunuz.

Marmaray yazınızı okurken Kozyatağı'ndan geçiyorduk. “Otoyollar için devasa viyadükler yapmak, tepeleri düzlemek yerine yolları yerin altına taşıyarak nehirleri, tepeleri ve düzlükleriyle şehirlerimizi koruyabildiğimizde gelişmiş olacağız” dedim eşime. "Çok hayalci" olduğum eleştirisini aldım.

Hep elindekinden daha iyisinin peşinde koşan bir memur bir aile mensubu olmam sebebiyle oradan oraya taşınan, hiçbirevde beş seneden fazla yaşamayan biri olarak diyeblirim ki; farklı bölgelerde, şehirlerde, semtlerde, aynı semtte farklı evlerde yaşamak insanı seyyahlaştırırken, bir yerlere ait olmak hayali ile başka yerlere kolay ısınabilmek minnetsizliği çelişiyor.

Tabzon’da babamın satın aldığı ilk (o çok kıymetli) evi (konumu sebebiyle) teyzemin kocası “bu Hacıhüsrev Mahallesi’ni nereden buldunuz” şeklinde eleştirmişti. Trabzon’u parçalayarak geçen otoban evi şehrin merkezi yaparken benim ekmek kuyruğunda beklerken ezildiğim eski fırını, meşhur tarihi okulları, eski evleri yok edip geçti.

Evimizin karşısında terk edilmiş, büyükçe bir bahçesi olan harabe bir konak vardı içinde serserilerin, kedilerin ve farelerin yaşadığı. Bir gün çok param olsun da böyle harabe evleri restore edeyim, parke taşlı sokakları eskisi günlerine götürebileyim diye geçirirdim içimden o kıymetli evimizin balkonundan bakarken.

Az çalışkan bir öğrenci olduğum için ne mimarlığı ne de hayalim olan şehir ve bölge planlamayı kazanamadım. İstanbul’u ve ülkemin başka yerlerini katleden mahalli idarelerin imar planlarını ve zenginlerin oluşturduğu yaşam(işkence) alanlarını görünce bu meslekleri seçmediğim ve bunlara alet olmadığım için şükrediyorum Rabbim'e. Zaten mimar olsaydım işsiz kalır veya iflas ederdim, belediye çalışsaydım ya ayaklarımdan vurulur ya da kovulurdum.

Kıymetli Hocam alenen bir katliam yapılıyor. Birleşmiş Milletler ya da Unesco ise katledilenin Müslüman toplumun kültürü ve geçmişi olduğu için sessizce seyrediyor. Evlatlar; geçmişlerini (analarını, ninelerini, anılarını) katlederken kendi evlatlarının soluyacağı havayı, içeceği suyu, yürüyeceği yolu, tırmanacağı ağacı iki kat daire eya dükkan için satıyor bu kültür cellâtlarına.

Dünyada açlıkla iç savaşla mücadele eden bunca ülkeye karşın sırtımız pek karnımız tok iken neden bu açgözlülük?
Nerede kaldı kanaat, vefa, saygı?
Nerede Kurban bayramında İstanbul’u kan gölüne çevirenlerin kurbanlarını kesecekleri büyük arka bahçeleri? İnsanların imanını turnusol kağıdı gibi ortaya koyan bu betonlaşma’nın hesabını neden hatırlatmaz din adamlarımız veya neden müdahale etmez dindar devlet adamlarımız?

Marmaray natamam açıldı diye isyan edenler etraflarındaki sıvasız evleri, otoparkı olmayan binaları, üst geçidi olmayıp ana yol üstünde açılan okulları, rampası olmayan devlet hastanelerini, bahçesi olmayan özel okulları görmüyorlar mı?

Biz özgürlüğümüzü uğruna Osmanlı ile beraber şehirciliğimizi de yaşam kültürümüzü de tarihe gömdük. Ne sahip olduğumuza-eskiden sahip olduklarımıza ne de anılarımıza hürmet eder olduk.

On yıllar sonra çocuklarımız İstanbul’u (Fethipaşa, Emirgan, Mihrabat, Yıldız, Maçka gibi korularımız imara açılıp Salacak ile Kızkulesi arası doldurulduğunda)Maltepe’nin Başıbüyük’ü gibi toprak rengi gökdelenlerden oluşan tepeler şehri olarak tarif edecekler.

“Cennet, insanın hem gökyüzünü hem de toprağı evinden görebildiği, binaların ağaçlardan daha uzun olmadığı, dererlinde sandallarla gezinip, denizinden balık tutulabildiği, ağaçlarında kuşların yaşadığı, camii minareleri ve kiliselerin çan kulelerinden sinagoglardan başka yüksek yapıların olmadığı yerdir”. diye cevap yazmıştım bir yazınıza da size yollamamıştım.

Eleştirdiğiniz mimarın modernleşen dünyada cenazeler için lazım olan camiye gelen insanlara mabet hissini vermek (hıristiyan cenazelerindeki siyah giyinen insanlardan ve kasvetli ortamlardan esinlenmiş olabilir) ve hatta “benim sadık yârim kara topraktır” türküsünü içinde hissedip sizi toprağın altına sokayım ki her namazda "rabıta-ı mevti" canlı canlı yaşayın şeklinde düşündüğü için binaları ortaya çıkarıp mabedi yerin altına çekmiş olabileceği aklınıza gelmedi sanırım.

Camiye gelip bir kaç vakit namazını izlediğinde bütün duaları ezberden okuduğumuzu,büyük bir kısmını imam bizim yerimize okuduğunu görmüş olmalı ki camiiyi sade, sessiz ve loş tasarlamış. Belki de meditasyon yapan insanlar gibi namaz kılanların da o an dünyadan uzaklaştıklarını ve camiinin içini görmediklerini hatta görmek istemediklerini düşünmüştür.

Tüm bunlara hüsnü zan ile yaklaşsam da (İbadetin kalabalıkta yapılması yanında insanın kendi içine ve bu vesile ile Rabbi'ne dönmesi, dünyadan uzaklaşması için ışık, ses ve sadeliğin çok etkileyici olduğunu yeni katıldığım toplantılarda fark ettim) Minare ve dış mimari konusunda mimarı savunamayacağım. Camiilerimiz dünyanın neresinden kim gelirse gelsin onlara geleneklerimizi yansıtırken içeri girme hevesini uyadırmalı, heryerde camii gibi dedirtmeli bence.

Belki de geleneklere ve inanca göre giyinmek - yaşamanın bir kısım kadınlara (başörtüsü ile) yük edildiğini ve erkeklerin cumhuriyet ile birlikte modernleştiğini fark eden mimar bu modernleşmeden camiiler de nasibini alsın diye düşünmüştür. Ya da ilk insanların mabetleri gibi olsun camiiler hiç modernleşmesin demiştir.

Modaya rağmen bağcıklı ayakkabıyı romantik bulup cırtcırtlı ayakkabıya tercih eden, bahçıvanlara ve siteyönetimine rağmen evimin önündeki bir avuç toprağa sonbaharı hissettirmek için gece yarısı kasımatları diken, bilgisayara rağmen el yazısına ve hatta Hüsnü hat snatına yönelen, inkılaplara rağmen hastasonları oğlumla beraber arapça derslerine katılan biri olarak sizden isteğim ve öncelikle Rabbimden dileğim ile satırlarıma son veriyorum.

Lütfen lüks içinde yaşamak isteyen insanlara açıkta kalmayacaklarını ve istedikleri gibi yaşayacaklarını ama çocuklarının ve torunlarının ağaçları, dereleri, tepeleri ve çeşmeleri eski Türk filmlerinde görebileceklerini, geçmişinden uzaklaşmak için binaları yıksalar, ağaçları kesseler, bir dönem tarihi değiştirmiş olsalar da doğrunun, güzelin ve kıymetlinin er ya da geç ortaya çıkacağını hatırlatır mısınız?

Hacca, umreye defalarca gidecek kadar dinimize önem verenlere Efendimizin ne kadar mal varlığı ile, ne şartlarda yaşayıp, son nefesini nasıl verdiğini ve miras olarak ne bıraktığını hatırlatır mısınız?

Gökte üç elma düştü.
Birincisi açgözlülükte ısrar edip uyarılarımız dikkate almayan zengin müminler(!)e “mal sahibi mülk sahibi hani bunun ilk sahibi? Mal da yalan, mülk de yalan var biraz da sen oyalan”

ikincisi mahalli ve merkezi yönetimlerimize “selam verdim rüşvet değil diye almadılar”,

üçüncüsü bu katliamları çaresizce seyredenlere bizlere "Görelim Mevla Neyler neylerse güzel eyler” dedi.

Siz ne dersiniz efendim?
Saygılarımla, sağlıcakla kalın. ZR 4/11/13

radikal ( laik) ile radikal (dindarlar) arasındaki benzerlik

Sayın hocam;

CHP ile ilgili yazınız bana beni hatırlattı desem inanır mısınız?

CHP nin laik bir cumhuryet kurmak için inançlı halka geçmişte yaptığı kötülükleri unutması, tarih içinde gelişen bazı hadiseleri kendi iyiliğiymiş gibi ortaya koyması, kendini ülkenin sahibi gibi hissedip herkesin yerine karar vermesi, herşeyi halktan daha iyibildiğini düşünmesi, hala daha kurtuluşun inançsızlıkta olduğunu savunması...
ve
İnançsızların çocuk sayısını azaltmaları seebiyle CHP destekçilerinin gün be gün azalması?

...
Annem ve babamın kızlarını erkek evlatlarından ayırıp vaktiyle ellerine geçen her fırsatta eşşek sudan gelinceye kadar dövmesi, evin hizmetkarı gibi hissettirip okutmamaya çalışması, dosta düşmana karşı okula göndermesi, varlıklarını oğullarına saklayıp kızlarını yokluk içinde hissettirmesi, her an yargılayacak mahkemeyi hazır bulundurup her şikayette kusurlu bulup tazminat ve özüre -yaşımız büyüdü artık dayak olmuyor- mahkum etmesi,

Allah'ın lütfettiklerini kendi hikmetleri sanıp sahip olduğunuz herşeyi bize borçlusunuz demesi, cumhurbaşkanı seçilme yaşına yaklaşmamıza rağmen siz bilmezsiniz biz biliriz algısı ile hal ve hareketlerimizi ve hatta hayatımızı yönetmeye çalışması,
kızlarını kendilerinden ve biricik erkek evlatlarından uzaklaştırmaları...
ve
Herşeyi refahı ve geleceği için planladıkları biricikoğullarına Allah'ın kız evlat vermesi sebebiyle içinde bulundukları durum?

CHP (radikal laik) ile annem ve babam (radikal dindarlar) arasındaki benzerlik garip değil mi?

Dilerim CHP ve bu şekilde davranan inançlı(!)annebabalar da ayrımcılık ve zulümden vazgeçer, annebabalar Allah'ın yarattığı evladını kız erkek diye CHP de kurduğu(!) Cumhuriyetteki halkını(!) gerici ve modern diye ayırmaz inşallah.

İşte biz o gün CHP'yi iktidarda göreceğiz

Saygılarımla Sağlıcakla kalın ZR 04/11/13

Korkuları Çinlilere dünyanın harikalarından birini yaptırabilmişse füzeleri de harika ve eşsiz olacaktır.

Kıymetli Hocam;

Mektubunuza cevabınıza ve bana uygun gördüğünüz nota teşekkürlerimi bildirerek başlıyorum satırlarıma.

Füze anlaşması ile ilgili yazınızı efendiler şeklinde bitirdiğiniz(efendiler =beyefendiler + hanımefendiler) için cevap yazma vazifesini üstüme aldım.

Füze meselesi nedir?
Düşmanlarımız kimler? Savunmaya ihtiyacımız var mı?
Düşmanlar nereden saldırıya geçecekler?
Atatürk olmadan bir savaşa girersek kazanabilir miyiz?
Ülkemizde savunma silahlarını yapacak bilgi, yetenek ve öngörü var mı?
Bu silahlar için dışarıya ödeyecek bu kadar çok paramız var mı?
Çin makbul bir ülke olaydı Suriye savaşına veya İran nükleer silahlanmasına tepki verir ve savaşı kökünden önlerdi.
Öyleyse neden Çin'den füze alıyoruz?
Bu füzeler de birmilyoncudan alınan ürünler gibi uyduruk mu olacak?
Akp’ye karşı olan eşim neden bu anlaşmaya müspet bakıyor?
Kimler bu sorularla bizleri meşgul ediyor?

Böyle konular bana, üniversiteye başladığımda Türkçe imtihanımızı Tarık Buğra’nın Gençliğim Eyvah kitabından yapan Cemil Hocamızı hatırlattı. O kitap benim 28 şubata giden süreç ve 28 şubat sonrasında üniversitede yaşanan olaylara bakışımı değiştirmişti. Allah hocamızdan razı olsun. (arkadaşlar ona Kıl Cemil derdi)

Rüştü Barselona’ya transfer olduğunda kaç gol kurtarmıştı?
1996 Trabzonspor hezimetinden sonra futbol ile ilgili bütün olayları bir kulağımdan geçici belleğe oradan da diğer kulağımdan çıkan kanala yolladığım için hatırlamıyorum.
Tahminimce, Barselona takımının kaleci ve potansiyel kalecilerine gönderdiği bir mesajdı Rüştü transferi. Bizim için olmazsa olmaz olan onlar için gözdağıydı.

SGK faaliyete geçtikten sonra ilaç ve muayene fiyatları nasıl düşüvermişti?
Bizler iftira ve hakaretlerle sokağa atılan, çocuğuyla hayatta kalabilmek için fabrikalarda çalışan, sosyal güvencenin hiçbir işe yaramadığı o kara dönemlerde yaşayan kadının, çocuğu hastalığında ilaç ve doktor parası bulamayınca, evladını babasının yalısının kapısına götürüp "işte bu senin baban bundan sonra sana o bakacak" dediği filmlere ağlayarak büyüdük.

Vaktiyle burnundan kıl aldırmayan parası olmadığı için hastaya bakmayan veya hastahanede rehin alan hekimlerimiz şimdilerde yedi yirmidört cüzi fiyata tedavi hizmeti veriyor, anneler sembolik fiyatlarla (asgari ücrete göre) ilaçlarını istediği eczaneden alabiliyor. Büyük ilaç firmaları eskinin onda biri fiyatına SGK'ya ilaçlarını satıyor.

SGK yı ve Barcelona kalecilerini hizaya getiren neydi?
Bence güç karşısındakini silahla, şiddetle değil mantıkla, parayla ve kararlılıkla ikna etmek, hizaya getirmektir.

Gücü ve bu şekilde adaleti temsil ettiği için milyonlarca yanlışına rağmen Osmanlıyı ve güce duyulan zaaf sebebiyle mevcut iktidarı destekliyorum.

İnsan beşer bazen şaşar derdi Sosyoloji hocamız. Doğru yaptıklarını ve şaştıklarını terazinin kefelerine koyup, tövbe kapıları kapanmadan (Allah her günahı affedecekse) bizler de toleranslı ve affedici olmalıyız vaktiyle canımızı almaya çalışanlara.

Korkuları Çinlilere dünyanın harikalarından birini yaptırabilmişse füzeleri de harika ve eşsiz olacaktır.

Hiç bir suretle savaş başlatmayacağımız (Mavi Marmarada bile özür dileyin yeter dedik ) ve bize saldırdıklarında “atıl kurt” deyip Nato'yu bizim adımıza savaştıracağımız(!) gerçeklerini bir kenara koyalım. Bu füze anlaşmasının bize sağlayacaklarına bakalım.

Yarın savaş çıkacak ve bir başımıza kalacakmışız gibi Çin ile anlaşma imzalayarak hem daha ucuza füzelerimizi alacak hem de ucundan füze yapımını öğreneceğiz.

Liberalleşen ve Demokratlaşan dünyamızda yaşanan katliamlara seyirci kalan Birleşmiş Milletler ve Nato Çin'in sözünü dinliyorsa biz de silahlanma haracımızı Çin'e ödeyerek modern dünyayı para kaybetmemek uğruna kurduğu sistemi sorgulamaya sevk edeceğiz.

Askerlik paralıya çevrilmez de ülkemin beyefendileri boynunun borcu olarak bir müddetliğine Mehmetçiğe dönüşmeye devam ederlerse bu füzeleri onlara canlı kanlı gösterecek askerlik anılarına ordumuzun yeni alet edevatını eklemiş olacağız.

Olmadı tatbikatlarda dosta düşmana karşı bir iki el füze atıvereceğiz.

Ne demiş bilge atalarımız

Armut dibine düşer,
güç gücü - para parayı çeker
zaten düşmanımın düşmanı dostumdur.
Bükemediğin eli öpeceksin.
Olmadı köprüyü geçene kadar dayı diyeceksin.

Artık hangisi uygun düşerse.
(yine de eşim AKP ye oy verir mi sorusuna net cevap veremiyorum)

Yoksa konuşmamamız gerekenleri yazıp duymamamız gerekenleri düşündüğümüz için hata mı ediyoruz?
Sağlıcakla kalın. Selam ve saygılarımla. ZR 29/10/13

nezaket korku gerçek, ben en ötekileştirildiğim dönemde bile ümitsiz olmadım

Değerli Hocam;

Kusur işleyene avazı çıktığı kadar bağırıp huzurundan kovmayan, bu da kim oluyor ki muhattap alayım deyip görmezden gelmeyen, bana ne deyip öylesine bir iki cümle ile başından savmaya çalışmayan bilakis nazikane cevap verirken bir taraftan da hatasını gösteren kişide olsa olsa hoca sabrı ve anlayışı olur.

Müsaadenizle size Hocam deyiverdim.

Günümüzde hoca olmak için bilmem ne okullarında neleri ezberleyip bilmem ne sınavlarında kaç puan almak gerekiyor da kendisine fikir beyan edenlerin kadrini kıymetini bilmek, onlara da sabır, hoşgörü ve nezaket göstermek gerekmiyor.

Bizler kağıt kalemden uzaklaşalı, interneti ve cep telefonu birine bağlanıp dakika ve skor almak veya bilmem neyi bildirip diğer taraflara döner olduk.
Hal hatir sormak annelerimizin kabul günlerinde gelen misafirlere söylediğimiz ve selavat getirmek gibi manasını bilmeden tekrarladığımız kelime dizisi oldu.

Şık kahve salonlarında sunulan pastanın şekli zarafet, bilmesek de yanımızdakinin istediğinden sipariş etmek görgü sayıldı.

Gerçek ise sipariş ettiklerimizden bir miktar yedikten sonra o şık peçete ile ağzımızı silip buruşturduk tan sonra tabağı insan içine çıkamaz hale getirip kadife örtülü masanın üstüne bıraktığımızda ortaya koyduğu muzdu.

Bundandır hizmet personelinin hızlıca masaları toplaması.

Yoksa bir çuval un fiyatına alınan bir dilim pasta bütün ihtişamı ile (bir gelin gibi) masaya gelip Kara Murat filmindeki yabancı barbarların saldırısına uğramış köylü kadınların son cümlesini söyleyip ruhunu teslim ettiği gibi masadan ayrılmazdı.

Kıymetli Hocam;

Kabahatimi anladım ve düzeltmek istiyorum.

Kabul ederseniz öncelikle geçmiş bayramınızı tebrik ederim.

Bu vesile ile önemli bir konuya deyineceğim.

ODTU yazınızı tebessümle okudum. Ancak size bildirmem gerekir ki eşim ve ailesindekiler ciddi ciddi ülkenin dikta rejimine gitmesinden ve büyük olaylarla Suriye veya Mısır'a dönmesinden dolayı çok endişeli. İnsan içinde olmayınca buna nasıl inandıklarını anlamıyor olabilir.

Ben vaktiyle zorla başörtüsüz olarak çalışmak zorunda kaldığım, her ortamda aşağılandığım halde, tek kurtuluşun cumhuriyet ilke ve inkılaplarını bağlanmak ve olduğu yerde saymak olarak görenlerin şu an hissettikleri korku ve umutsuzluğu hiç yaşamadım.

Huzur ve mutluluğun Allah'ın izniyle değil de insanların merhameti ve kanunların sınırları ile sağlanacağına inananları rahatlatmak için;

(onların anladığı dilden daha yalın bir Türkçe ve serpiştirilmiş ingilizce ile :)

Yakın tarihte kıyamet kopmaz, doğal afet yaşanmaz veya herhangi bir büyük kulüp şike yaparken diğer büyük kulüp tarafından birilerine gambazlanmaz ise,

Aynı şekilde giyinip, yiyip içip, tatil yapabileceklerini, olası sözlü veya göz ile imalı saldırılarda garantör olarak kendimizi feda edebileceğimizi ama onların asla ve kata birşey yapmalarına gerek kalmayacaklarının teminatını vermeliyiz.

Ben eşim ve etrafındakileri teskin ediyorum ama sizin hitap ettiğiniz kesim daha büyük siz de lütfen o kısımı bu korkuların yersiz olduğuna ikna edin,

Korkulanlara da yaptıklarının birilerinde büyük korku oluşturduğunu hatırlatın.

Saygılarımla, sağlıcakla kalın.ZR 24/10/13

Manasız hatta manasını bozan beste ile vara yoğa çalınıp da kıymetsizleştirilmeye çalışılan marşımız

Kıymetli hocam;

Allah sizden razı olsun ne zamandır dilimde olanı dillendirdiğiniz için.

Ailemin tüm karşı çıkmalarına rağmen her fırsatta söylerim ben Rum’um (Trabzonlu) eşim de Sırp(o Makedon diyor ya).

Ben irticacıyım (türbanlı) eşimse radikal laik(Kadiköylü).

Ben demokratım o cumhuriyetçi. Zaten cumhur sefalet içinde ezilirken baştakiler refah içinde ise krallıktan ne faklı var ki Cumhuriyetin.

Türkiye’de Hanefi olmak Ehlibeyte yapılanlara sessiz kalmayı benimsemek ve Aleviliği dışlamak olarak tanımlandığından Sünni gibi davransam da Aleviyim diyorum.

Kuran'ı, Mesnevi’i anlayamamak, yurdumun bir köşesindeki insanlarla konuşarak anlaşabilmek için Arapça, Kürtçe ve farsça öğrenmemiz gerektiğini düşünüyorum.

İstiklal Marşını severim.
Rahmetli Mehmet Akif’i de bu marşı sahiplenmeyip, Yazdırana ve yazılan millete adamasından ve yaptıklarının karşılığını Allah’tan beklemesinden dolayı sayarım.
Yine de İstiklal Marşımızın vara yoğa o manasız ve hatta manasını bozan beste ile okunmasına karşıyım.

Başkaları bilmem ne için asıyor diye evdeki bayrağı bayramlarda bile asamaz oldum.

Ne Mustafa Kemal’i ne de Osmanlı padişahlarını severim. Bir lider varlıklı ve yatağında ölmüşse ona acırım. Cephede veya suikast ile öldürülen ve ailesine mütevazi bir hayat yaşatanların hizmetlerinin karşılığını ahirette alacaklarına ve asıl onların takdir edilmeleri gerektiğine inanırım.

Allah'a inananı da inanmayanı da sabırla dinleyen ve dualarını kabul eden yaratıcımızın bu dünyada birine mevki ve güç verdiğinde bunu neye ve nasıl kullanacağını kırat kırat ölçerek karşılığını yaşatacağını bildiğim için vazgeçtim çocukluk (Reis-i cumhur olma) hayalimden.

Bizim de Amerikan filmlerindeki gibi 10, 20, 30, 50, 100, 500, 1000, 1500 ve hatta 2000 yıllık geçmişimizde yaşanan korkunçlukları dürüstçe açığa koyabileceğimizi günlerin gelmesini bekliyorum .

Burada veya başka topraklarda beraber yaşadığımız, zorla veya bir şekilde yerlerinden ederek mallarına el koyduğumuz, dillerini veya inançlarını değiştirmeye zorladığımız tüm komşularımızdan özür dileyip ruhumuzu kul hakkından temizleyerek Allah'ın huzuruna çıkmayı diliyorum.

Bunlar olmayacaksa başa geçen faşist yönetim tarafından vatana ihanet suçundan asılmayı belki bu sebeple öteki dünyaya şehit olarak intikal etmeyi bekliyorum.

Şimdilik trafikte sarı ışıkta hızlanarak geçmeye çalışmaktansa mümkünse yavaşlayıp kırmızı geliyor diye durmaya, dünyayı kirletmeye sebep olan kimyasalları en az miktarda tüketmeye, geleceği ipotek altına alan israfı en azından kendi evimde önlemeye, başıma gelen haksızlıklara “bu neki insanlar neler yaşadı” diyerek şükretmeye ama hakkımı aramaya ve başkalarına da işim vesilesiyle her fırsatta Allah'ın verdiği hakları göstermeye çalışarak kul hakkına, diğer canlıların ve canını görecek gözümüz olmayan Allah'ın yarattıklarının hakkına saygı duyarak yaşamaya çalışıyorum.

Bahsettiğiniz Milli duruş dünyada bir dönem uygulandı, öyle özeldi ki uygulayanlar uğruna şehit oldu, yerlerine kendileri için yaşayanlar geçti. Onlar uzun bir dönem muvaffak oldu. Nihayetinde Sultan Süleyman'a kalmayan dünya onlara da iki metrelik bir mezar oldu.

Allah bize de ruhumuzu hak yolunda çalışırken teslime etmeyi ve diğer teferruatları (ırk, dil, mezhep, inanış farkı…) baharda hava uçuşan polenler gibi astımı olanları krize sokacak allerjenler gibi (o dönem için belki gerekli ama geçici) görebilmeyi, alerjisi olanları anlamayı, alerjimiz olmadığı için şükretmeyi nasip etsin. Ben her bahar hasta olurum. Allah’tan dileğim bedenimin bahara gösterdiği duyarlılığın aklımın zihniyet değişikliklerine göstereceği anlayışın bedeli olmasıdır.

Allah'ın binlerce yılda sabrettiği çeşitlilik insanların birbirine hakkaniyet gösterdiği sürece bakii kalsın.

Sağlıcakla kalın ZR21 -10 - 2013

8 Mart 2014 Cumartesi

HATSABA




HATSABA




1.
Ağladım, 
ama içimden.

Yoksa kızardı bana yüksek gururum. 

Eskiden olmayan yollar, 
eskiden kocaman olan fındıklıkların içinde
zikzaklar çizmiş, 
Her şey değişmiş, 
bir başına kalıvermiş,
kapısı yeşil, 
duvarı beyaz boyalı 
Hatsaba'ga.

Otuzbeş kilo ağırlığıma, 
eve çuval taşırken çektiğim yorgunluk 
ve ettiğim dualar sayesinde kapıya gelen yol, 
arazi gibi, 
bölüp parçaladı çocukluk anılarımı. 

Benim yola 
ve yol ile geleceklere (annemlere) duyduğum hasreti,
şimdilerde yolu olup
geleni olmayan Hatsaba 
ve meyve ağaçları çekiyor olmalı.

"Hayat benim intikam yerde koymadı,
Oh olsun o Hatsaba’ya" diyor karakız...
Ben gülümsüyorum.

Elimde sihirli bir değenek olsa,
Geri döndürsem zamanı...

Mayıs, haziran, temmuz veya bir ağustos günü; 
Arazilerin, ağaçların, evlerin, eski insanların, 
hayvanların (kedim dumanın) olduğu köyüme dönmek isterdim de,
O zamanlar yaşadığım 
hüzün ve yalnızlığım da canlanmayacak olsa... 

2.
İmtihan; 
kimi için elindekini kaybetmek, 
kimi için hiç sahip olamamak. 

Sahip olamamanın yüküyle dolan “hiçlik kefesi”
Bu kadar ağır mı gelir tartıda? 
Oysa ki “her şey” vardı diğer kefede. 

Erik, elma, armut ağaçlarında meyveler, 
Fındık diplerinde hamuçeralar, 
Ahırda "Filcan" (sığırımız), 
Duvarların arasına yuva yapmış serçeler, 
Havada birkaç bulut, 
Öğlen kızdıran güneş, 
Sobanın üstündeki aliminyum tencerede badist mancası, 
Suluğun başında asılı torbada acımaya başlamış süzme yoğurt, 
Tavan arasındaki kavranda kokmuş peynir, 
Ara mabeyin kapısının arkasındaki küpte fasulye turşusu, 
Ambarda eski tuzlu tereyağı, 
Oyanki odanın canımın önünde tasta kurutulmuş kavurma 
Çarşı kapısındaki sırtta yere döküklen dutlar...
En önemlisi
Gelinine ve oğluna karşı katı, 
bana karşı son derece müşfik ve cömert babaannem…

Babaannem,
Baktı sıkıldım yalnızlıktan,
Daldım, karşıki dağlara bakıyorum, 
Erik toplatır, 
Sarmaş’a satmaya yollar, 
Parası ile ekmek margarin ve bisküvi almamı söylerdi.
(o margarin sevmez)
Ben Hozanların başında,
Kızdıran güneşle erimeye başlayan margarine 
kopardığım ekmeği daldırır
Yemek molası verirdim. 

3.
Köydeyim,
Kendisine tutumlu 
başkasına cömert olan babaannemin yanımda,
beni istemeyen 
(babaanneme arkadaş olayım diye her tatilde beni köye gönderen) 
anne babamın 
(şehirin) 
uzağındaydım. 

Acaba,
kız olduğum için, 
sadece kız olduğum için değil 
Allah’ın belası ortanca kız olarak onlara gönderildiğim için mi? 
Çocuk yaşta 
her fırsatta beni babaannemin yanına yolluyorlar.

Görünüşüm ablama, 
kızkardeşime ne de anneme benzemediği için mi?
Babaanneme arkadaş olarak kız kardeşlerim içinde beni seçiyorlar.

O'nun gibi esmer olduğum için mi?
Şehre geldiğinde "hayde Karakizum gidelum köyumuze" 
diye beni götürüyor babaannem yanında. 
Onlar şehirde kalıyor tatillerde, 
benim tatilim babaannemle köyde.

Çok yaramaz olduğum için mi?
(eşkıya der babaannem bana) 
Şehirde, annemin kurduğu sofrada 
ailemle yemek yemeyi haketmiyorum. 

Öğle yemeği için eve gelmeye üşenen babaanneme 
Ayran yapmak için bakraça yoğurt koydum, 
Ekmeği sofra bezine sardım, 
turşuyu küçük bakır tavada kavurdum.
Dik arazinin bozuk patikalarında,
dökmeden babaanneme yemek götürmek için çabalıyorum.
Bunları sıradan bulan babaannem
"hayde oğlum nerede kaldun?" diye bağırıyor arazinin dibinden.

Karakızım ya, 
Onun Karakızı'yım ya,
Onun kadar hızlı olabildiğimi göstermek zorundayım. 
Ona benziyorum ya, 
onun gibi becerikli, 
ona layık yiğit (cesur) olmalıyım.
Yaşımın üstünde sorumluluk alıp 
oyalanmadan, yemeği ona götürmeliyim.

Babaannemin Karakız'ı olduğum için mi? 
Masada annemin yaptığı yemeği yemek yerine
Fındıklıkta veya tarlada babaanneme yemek taşımak zorundayım.

4.
Zekiyim ben, 
Karadenizin dağ köyünde 
Kız olmanın ne denli lanetli olmak olduğunu çabucak kavradım,
Çocuk yaşta varlığımın dünyaya nasıl yük olduğunu da anladım.

Merak etmesinler,
Onları "ortanca kızın" külfetinden kurtarmak için,
İstasyonuma uğrayan ilk trene binip, 
İlk fırsatta yanlarından ayrılacağım.

Kimse suçlu değil,
Kız olarak dünyaya geldiğim için
Her sıkıntılı durumda suçu kendimde arayacağım.
Herkes haklı 
ve her itham doğru deyip 
her saldırana teslim olacağım.

5.
Aslında;
Deli gibi 
annemi ve babamı ve kardeşlerimi özlüyordum, 
onlar beni özlemiyor, köye gönderiyor diye 
gururumdan özlemimi içime gizliyorum.

Ailemle olmayı 
babaannemle olmaktan daha çok sevdiğimi 
söyleyemem ki,

Ama çocuğum,
Yalnızlığı ve terkedilmişliği 
her fırsatta 
anneme "saldırmadan" 
sindiremem ki,
...

6.
Seneler, 
şelaleden aşağı akan su misali 
geçerken,

Ben, 
beni isteyen 
evlat, eş, öğrenciler, arkadaşlar, 
komşular ve dostlarla gezerken,
Ailemin fersah fersah uzağında kalacağım.

Köye bırakılan Karakız;
Ailesi, İşi, evi, arabası, parası olmasına şaşıracak,
“neden beni seviyorlar, 
neden yanımda olmak sitiyorlar, 
ben sevilmeye layık mıyım ki” 
diye soracak 
belki de ruh hekimime.

Oğlu kendisi (Karakız) gibi hissetmesin diye, 
Yanında saklayacak,
Bütün güçlüklere tek başına göğüs gerecek,
oğlunun Onu seven ve hiç bırakmayan annesi olacak.

7.
Ne ki,
Oğluma göre
"Anneanne"; tatil yeri, 
"köy"; özgürlüğe kaçış,
"Anne"; yaşayacağı yeri oğluna göre seçen kişi 
"Aile"; annesi, babası ve kardeşiyle “dünyası”
"Oğlum"; o dünyada sonsuza kadar 
söz sahibi olacak 
"birleşmiş milletler daimi konseyi üyesi"

Ne olursa olsun
oğlumun kahramanı 
"Anneannesi"

Benim annem;
Kızına karşı katı, 
torununa müşfik, 
sanki babaannemin bakiyesi

8.
Kim aslında
Köye, 
hatsabaya, 
babaannemin yanına 
gönderdi beni?

Bana kardeşlerimden ayrı bir yol çizen 
gerçekten de annemler mi?

Yoksa 
Anne babamın katılığından mı korudu beni babaannem aslında?

Onları yetiştirirken yaptığı 
günahların tevbesi miydi 
beni büyütebilmesi,

Ceza mıydı 
yoksa hediye mi, 
Bilge Kaplava'nın 
Karakız'ı (eşkıya) ile arkadaşlığı?

Kim, 
Acımadan, 
boğulacağım o hasret denizine 
atıverdi beni 
ben daha çok küçükken?

Kim 
"Garipluk" suyuyla 
yoğurup yüreğimi, 
babaannemin 
Allah'a gümeni ve dualarıyla fırınınladı?

Kİm, benim eşkıya karakterimi 
babaannemin “gümeni" 
(umudu) yaptı?

Kim, 
Sonsulukla aramdaki 
dua ipini eğirdi 
(babaannemin naylon çuvallardan ip eğirdiği gibi)
Kim kör düğümle 
beni varlığına bağladı?

9.
Ben, 
Babaannemin bana yüklediği otları
Makbule halanın evinin önünde 
bıraktığım gibi
(Orası
bizim eve varmadan önceki son durak,
Oysa ki
yükleri eve çıkarmak için
daha on dakikalık yol tırmanmak gerek)

Yok öyle değil,

Ben,
taşıyamayacağım yükleri;
varlığımın oluşturduğu külfeti,
kız olmanın verdiği laneti
ve yalnızlığı
dünyada bırakıp,
(babaanneme kızdığım zamanlarda
babaannemi terkedip
ormana kaçtığım gibi)
hiçlik uzayına bırakırken kendimi 

Kim 
beni yörüngesinden ayırmadı?

Ben, 
vaktinden önce 
dönmeye karar verdiğimde 
geldiğim yere 
kim gülümsedi hiç kızmadı?

Kim,
babaannem gibi 
her hatamı affedip, 
her yalnızlık hissimde
mutlu etmek için 
başka başka 
Sarmaşlara yolladı beni?

Ben, yalnız kalıp 
yok olmaya çalışırken, 
Kim,
Evlat, Arkadaş, Eş ile 
etrafımı sardı
sarmaladı?

Kim, 
Beni hasta ettiklerini unutturdu da 
Sağlığımı babamla, 
Merhametimi annemle sağladı.

Kim,
Yoksulluğumu, 
yoksunluğumu alıp, 
sınırsız varlıkla 
dört bir yanımı sardı?

Kim gibi çıktı karşıma? 
Nasıl korudu?
Ne gibi kazındı aklıma?
Kim idim doğduğumda? 
Kim oldum çocukluk tatillerimi 
hatsaba da 
babaanneme arkadaş olarak geçirdiğim
senelerden sonra
(seneler kadar uzun sürerdi günler
ve 
asırlar kadar yavaş geçerdi haftalar)

10.
Yine, 
beyaz bulutlarıyla 
mavi gökyüzünün kapladığı 
dağların ortasında,
yeşilliklerin içindeyim. 

Artık Gablava yok buralarda,
Ben kendi rızamla geliyorum köye,

Bakarsan
yeşilliklerin dilini en iyi bilen 
babaannemin
fersah fersah uzağındayım.
Görürsen
en yakın arkadaşım Gablava yine.
Her an yanımda gibi,
Konuşmalarımın arasında geçiyor
onun bilge cümleleri

Ben, 
ona kızıp
senelerce kaçsam da buralardan,
Etrafımı çevreleyen aynalar gibiydi 
duaları,
Ne yana dönsem
oradaydı babaannem.

11.
Beni 
ailemden uzaklaştırırken 
yüreğime kazınan hasretten mi?

Çocukluğuma ve babaanneme 
duyduğum özlemden mi?

O zamanlar hissettiğim 
"gariplukdan" mı?

Karakız gibi gurur yapamıyorum,
Burnumu tıkayan, 
Başıma ağrılar sokan yaşlar, 
Gözlerimden süzülüp masaya akıyor.

Hangi eski resimler 
geliyor gözümün önüne de
şimdiki görüntüleri 
bulanıklaştırıyor?

Kim ağlatabiliyor 
Babaannesinin "eşkıyası'nı",
babasının yaramaz, fena, Kudulinası'sını,
annesinin isyankar çocuğu, baş belasını,
nasıl da ağlayabildi seneler sonra Karakız?

Bu arada
sahi kim terk etti Hatsaba'yı 
yalnızlığa? 
(Karakız'ın bedduası)

Hatsaba;
yeni yapılan evin bahçesindeki 
dekor şimdi
Gablava'nın koca Hatsaba'sı 
ve kıymetli köyü;
Çocukların eğlence 
ve özgürlük yeri.

-Son-
Yalnızlığa terkedilen Hatsaba'ya gönderilen 
“karakızın” 
Gariplukla geçen çocukluğu,
Ya da
"Eşkıyanın" Gablavayla arkadaşlığı.

Hasret ve umudun,
Doğa ve duanın, 
Yalnızlık ve güvenin,
Korku ve gücün serüveni.

Zaman,
Allah'ın bana en büyük hediyesi,
Dönmeyeyim
ben o eski günlere
böyle çok iyiyim