10 Ağustos 2014 Pazar

Cennet, insanın hem gökyüzünü hem de toprağı evinden görebildiği ... yerdir


Kıymetli Hocam;

İlginç camii, Marmaray, İstanbuldaki kentsel dönüşüm, sahilin doldurulması hakkındaki yazılarınızla hislerime tercüman oldunuz.

Marmaray yazınızı okurken Kozyatağı'ndan geçiyorduk. “Otoyollar için devasa viyadükler yapmak, tepeleri düzlemek yerine yolları yerin altına taşıyarak nehirleri, tepeleri ve düzlükleriyle şehirlerimizi koruyabildiğimizde gelişmiş olacağız” dedim eşime. "Çok hayalci" olduğum eleştirisini aldım.

Hep elindekinden daha iyisinin peşinde koşan bir memur bir aile mensubu olmam sebebiyle oradan oraya taşınan, hiçbirevde beş seneden fazla yaşamayan biri olarak diyeblirim ki; farklı bölgelerde, şehirlerde, semtlerde, aynı semtte farklı evlerde yaşamak insanı seyyahlaştırırken, bir yerlere ait olmak hayali ile başka yerlere kolay ısınabilmek minnetsizliği çelişiyor.

Tabzon’da babamın satın aldığı ilk (o çok kıymetli) evi (konumu sebebiyle) teyzemin kocası “bu Hacıhüsrev Mahallesi’ni nereden buldunuz” şeklinde eleştirmişti. Trabzon’u parçalayarak geçen otoban evi şehrin merkezi yaparken benim ekmek kuyruğunda beklerken ezildiğim eski fırını, meşhur tarihi okulları, eski evleri yok edip geçti.

Evimizin karşısında terk edilmiş, büyükçe bir bahçesi olan harabe bir konak vardı içinde serserilerin, kedilerin ve farelerin yaşadığı. Bir gün çok param olsun da böyle harabe evleri restore edeyim, parke taşlı sokakları eskisi günlerine götürebileyim diye geçirirdim içimden o kıymetli evimizin balkonundan bakarken.

Az çalışkan bir öğrenci olduğum için ne mimarlığı ne de hayalim olan şehir ve bölge planlamayı kazanamadım. İstanbul’u ve ülkemin başka yerlerini katleden mahalli idarelerin imar planlarını ve zenginlerin oluşturduğu yaşam(işkence) alanlarını görünce bu meslekleri seçmediğim ve bunlara alet olmadığım için şükrediyorum Rabbim'e. Zaten mimar olsaydım işsiz kalır veya iflas ederdim, belediye çalışsaydım ya ayaklarımdan vurulur ya da kovulurdum.

Kıymetli Hocam alenen bir katliam yapılıyor. Birleşmiş Milletler ya da Unesco ise katledilenin Müslüman toplumun kültürü ve geçmişi olduğu için sessizce seyrediyor. Evlatlar; geçmişlerini (analarını, ninelerini, anılarını) katlederken kendi evlatlarının soluyacağı havayı, içeceği suyu, yürüyeceği yolu, tırmanacağı ağacı iki kat daire eya dükkan için satıyor bu kültür cellâtlarına.

Dünyada açlıkla iç savaşla mücadele eden bunca ülkeye karşın sırtımız pek karnımız tok iken neden bu açgözlülük?
Nerede kaldı kanaat, vefa, saygı?
Nerede Kurban bayramında İstanbul’u kan gölüne çevirenlerin kurbanlarını kesecekleri büyük arka bahçeleri? İnsanların imanını turnusol kağıdı gibi ortaya koyan bu betonlaşma’nın hesabını neden hatırlatmaz din adamlarımız veya neden müdahale etmez dindar devlet adamlarımız?

Marmaray natamam açıldı diye isyan edenler etraflarındaki sıvasız evleri, otoparkı olmayan binaları, üst geçidi olmayıp ana yol üstünde açılan okulları, rampası olmayan devlet hastanelerini, bahçesi olmayan özel okulları görmüyorlar mı?

Biz özgürlüğümüzü uğruna Osmanlı ile beraber şehirciliğimizi de yaşam kültürümüzü de tarihe gömdük. Ne sahip olduğumuza-eskiden sahip olduklarımıza ne de anılarımıza hürmet eder olduk.

On yıllar sonra çocuklarımız İstanbul’u (Fethipaşa, Emirgan, Mihrabat, Yıldız, Maçka gibi korularımız imara açılıp Salacak ile Kızkulesi arası doldurulduğunda)Maltepe’nin Başıbüyük’ü gibi toprak rengi gökdelenlerden oluşan tepeler şehri olarak tarif edecekler.

“Cennet, insanın hem gökyüzünü hem de toprağı evinden görebildiği, binaların ağaçlardan daha uzun olmadığı, dererlinde sandallarla gezinip, denizinden balık tutulabildiği, ağaçlarında kuşların yaşadığı, camii minareleri ve kiliselerin çan kulelerinden sinagoglardan başka yüksek yapıların olmadığı yerdir”. diye cevap yazmıştım bir yazınıza da size yollamamıştım.

Eleştirdiğiniz mimarın modernleşen dünyada cenazeler için lazım olan camiye gelen insanlara mabet hissini vermek (hıristiyan cenazelerindeki siyah giyinen insanlardan ve kasvetli ortamlardan esinlenmiş olabilir) ve hatta “benim sadık yârim kara topraktır” türküsünü içinde hissedip sizi toprağın altına sokayım ki her namazda "rabıta-ı mevti" canlı canlı yaşayın şeklinde düşündüğü için binaları ortaya çıkarıp mabedi yerin altına çekmiş olabileceği aklınıza gelmedi sanırım.

Camiye gelip bir kaç vakit namazını izlediğinde bütün duaları ezberden okuduğumuzu,büyük bir kısmını imam bizim yerimize okuduğunu görmüş olmalı ki camiiyi sade, sessiz ve loş tasarlamış. Belki de meditasyon yapan insanlar gibi namaz kılanların da o an dünyadan uzaklaştıklarını ve camiinin içini görmediklerini hatta görmek istemediklerini düşünmüştür.

Tüm bunlara hüsnü zan ile yaklaşsam da (İbadetin kalabalıkta yapılması yanında insanın kendi içine ve bu vesile ile Rabbi'ne dönmesi, dünyadan uzaklaşması için ışık, ses ve sadeliğin çok etkileyici olduğunu yeni katıldığım toplantılarda fark ettim) Minare ve dış mimari konusunda mimarı savunamayacağım. Camiilerimiz dünyanın neresinden kim gelirse gelsin onlara geleneklerimizi yansıtırken içeri girme hevesini uyadırmalı, heryerde camii gibi dedirtmeli bence.

Belki de geleneklere ve inanca göre giyinmek - yaşamanın bir kısım kadınlara (başörtüsü ile) yük edildiğini ve erkeklerin cumhuriyet ile birlikte modernleştiğini fark eden mimar bu modernleşmeden camiiler de nasibini alsın diye düşünmüştür. Ya da ilk insanların mabetleri gibi olsun camiiler hiç modernleşmesin demiştir.

Modaya rağmen bağcıklı ayakkabıyı romantik bulup cırtcırtlı ayakkabıya tercih eden, bahçıvanlara ve siteyönetimine rağmen evimin önündeki bir avuç toprağa sonbaharı hissettirmek için gece yarısı kasımatları diken, bilgisayara rağmen el yazısına ve hatta Hüsnü hat snatına yönelen, inkılaplara rağmen hastasonları oğlumla beraber arapça derslerine katılan biri olarak sizden isteğim ve öncelikle Rabbimden dileğim ile satırlarıma son veriyorum.

Lütfen lüks içinde yaşamak isteyen insanlara açıkta kalmayacaklarını ve istedikleri gibi yaşayacaklarını ama çocuklarının ve torunlarının ağaçları, dereleri, tepeleri ve çeşmeleri eski Türk filmlerinde görebileceklerini, geçmişinden uzaklaşmak için binaları yıksalar, ağaçları kesseler, bir dönem tarihi değiştirmiş olsalar da doğrunun, güzelin ve kıymetlinin er ya da geç ortaya çıkacağını hatırlatır mısınız?

Hacca, umreye defalarca gidecek kadar dinimize önem verenlere Efendimizin ne kadar mal varlığı ile, ne şartlarda yaşayıp, son nefesini nasıl verdiğini ve miras olarak ne bıraktığını hatırlatır mısınız?

Gökte üç elma düştü.
Birincisi açgözlülükte ısrar edip uyarılarımız dikkate almayan zengin müminler(!)e “mal sahibi mülk sahibi hani bunun ilk sahibi? Mal da yalan, mülk de yalan var biraz da sen oyalan”

ikincisi mahalli ve merkezi yönetimlerimize “selam verdim rüşvet değil diye almadılar”,

üçüncüsü bu katliamları çaresizce seyredenlere bizlere "Görelim Mevla Neyler neylerse güzel eyler” dedi.

Siz ne dersiniz efendim?
Saygılarımla, sağlıcakla kalın. ZR 4/11/13

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder